Bugün 18 Mart 1915 Deniz Zaferinin 108. seneyi devriyesi…
18 Mart Deniz Zaferi, bizim baktığımızdan da, gördüğümüzden de daha büyük bir zaferdir. Hani 14 Mayıs 2023 seçimleri için Avrupa basını bile “Yüzyılın en stratejik seçimi” diye bahsediyorlar ya; işte 18 Mart 1915 Deniz Zaferimiz de, o yüzyılın en stratejik zaferi olmuştur. Çünkü o günkü zafer, 1. Dünya Savaşı’nı başka bir yere götürmüş, hatta dünya savaşı öncesindeki planlamayı da başka başka yerlere götürmüştür. Ve o planlama, bugün bile gerçekleşemeyen bir planlama olarak durmaktadır.
Bizim başlığımıza konu olan da, böylesine stratejik bir öneme sahip muharebede, elde ettiğimiz zaferde büyük paye kimindir?
18 Mart 1915 Deniz Muharebesinde, karşımızda “Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk Büyük Britanya”nın o güne kadar yenilgi yüzü görmemiş ve adı da “Yenilmez Armada”ya çıkmış filosu vardı. Üstelik bu Yenilmez Armada, Fransız zırhlılarıyla da takviye edilmişti. İşte bizim mayıncılarımızın kurdukları tuzaklar ve topçularımızın inanılmaz mukavemeti, o gün, dünyada, duyulduğunda kimsenin inanamayacağı bir deniz zaferi elde etmişlerdi. Tabii ki, bu zaferde, herkesin payı vardı. Sayalım… Bir kere haliyle Başkomutanlığın payı vardır… Çanakkale Boğazı’nı savunmakla yükümlü Müstahkem Mevkii Komutanlığının payı vardır… Boğazdaki tabyalardaki kahraman topçularımızın payı vardır… Mayınları büyük bir maharetle döken ve düşman gemilerini tuzağa düşüren mayıncılarımızın payı vardır… Kritik bir anda, olağanüstü bir halle, 276 kg’lık top mermilerini topun üzerine taşıyıp, ateşleyerek, düşmanın Ocean isimli zırhlısının batmasına sebebiyet veren Seyit Onbaşı’nın payı vardır…
Her birinin bu zaferde ayrı ayrı payları vardır…
Ama…
Bir isim vardır ki, 18 Mart 1915 Deniz Zaferindeki en büyük pay, ona aittir.
Sultan II. Abdülhamid Han…
Evet! 18 Mart 1915 Çanakkale Boğazı Deniz Zaferindeki en büyük pay, Sultan II. Abdülhamid Han’a aittir.
Efendim… “Sultan II. Abdülhamid Han o tarihte Beylerbeyi Sarayı’nda hapis değil miydi? Nasıl olur da, Çanakkale Boğazı’ndaki bir deniz muharebesinin kazanılmasında payı olur?” diyebilirsiniz.
Anlatalım efendim…
Goeben ve Braeslau zırhlılarının sebebiyet vermesiyle, hiç hazır olmadığımız, hiç istemediğimiz halde dünya savaşına ilhak olduk. Bunda da İttihat Terakkici Hükümetin basiretsizliği, liyakatsızlığı ve ferasetsizliği büyük rol oynamıştır.
İngiliz ve Fransız gemilerinden mürettip Müttefik Filo, Çanakkale Boğazı’nın karşısına konuşlanmıştı… Yani artık İstanbul’u ele geçirmek üzere bir operasyon yapacakları aşikardı…
Enver Paşa’nın Başkumandan Vekili olduğu Osmanlı Harekat Dairesi paniğe kapılmıştı. Çünkü bu filoyla kapışacak bir deniz gücümüz yoktu. Düşman donanmasını Marmara Denizi’nde karşılama düşüncesiyle, Adaları ve de Silivri’den başlayarak kıyıları tabyalarla donatmışlardı ama bunun Yenilmez Armada’yı durdurabileceğine kendileri dahi inanmıyorlardı.
Panik büyüktü! Başkenti Anadolu içlerine taşıma düşüncesiyle hazırlıklara başlanmıştı. Kutsal Emanetler ve devletin önemli evrakları bir katara yüklenmiş, Haydarpaşa’da harekete hazır hale getirilmişti… Talat Paşa dahi, Belçika Büyükelçisinin bir otomobiline el koymuş, ailesini nakletmek üzere Anadolu kıyısında firara hazır bekletmeye koymuştu.
Yani İttihat Terakkici Hükümet, payitahtı, İslam’ın başkenti İstanbul’u terke hazırlanıyordu. Devlet, başkentini gözden çıkarmıştı… Güya Anadolu’ya çekilip, savaşa orada devam edeceklerini ileri sürüyorlardı.
Çekilme, 1683 Viyana bozgunundan sonra başlamıştı. Viyana’dan bir çekilmiş, pir çekilmiştik. Viyana’dan sonra savaş kaybetmişiz toprak kaybetmişiz, savaş kaybetmişiz toprak kaybetmişiz. Hele hele 1912 Balkan Muharebesinden sonra Edirne’ye kadar çekilmişiz… Yani Viyana’daki çekilme, Edirne’yi bulmuş… Şimdi de İttihat Terakkici hükümet, başkenti dahi gözden çıkarıp, Anadolu’ya çekilmek düşünüyordu. Peki, Anadolu’ya çekilmek çare olacak mıydı? Sizi orada da rahat bırakacaklar mıydı? Anadolu’dan sonra nereye çekilecektiniz?
Sultan II. Abdülhamid de, Balkan Muharebesiyle Balkanlar elden çıktıktan sonra Selanik’ten getirilip Beylerbeyi Sarayı’nda hapis tutulmaktadır. Yeni durumda bir hanedan üyesi olması hasebiyle, onun da İstanbul’dan çıkarılması gerekmektedir. Konya’da yeri bile hazırlanmıştır. Ve bu durumu kendisine iletmek ve hazırlığını yapmasını haber etmek işi de Dahiliye Nazırı Talat Paşa’ya düşmüştür.
Talat Paşa, yanında maiyetiyle Beylerbeyi Sarayı’ndaki Sultan II. Abdülhamid’e bu haberi vermek üzere gider. Bakalım aralarında bu bahis üzere neler geçmiştir. Söz Talat Paşa’nın durumu izah konuşmasıyla başlar:
-“Âcil bir tehlike arz etmemekle beraber vaziyet çok ciddidir. Düşman bahren ve berren (denizden ve karadan) Çanakkale’yi zorluyor. Şiddetli müdafaaya rağmen hüdânekerde (Allah göstermesin) Boğaz’ı geçecek olursa Padişah, hükümet ve hânedân-ı saltanat esarete düşerek elim bir müsâlehaya mecbur olmamak için, gerek Zat-ı Şâhâne ve gerek Meclis ve Hükümet karar vermiştir. Anadolu’ya geçip harbe oradan devama, hatta zât-ı şâhâne için Konya’da Çelebi Efendi’nin konağı tahliye olunmuştur. Korkulan vaziyet maazallah hâdis oluverirse, Zat-ı Hâmayunlarının hangi şehirde ikâmet buyurmak isteyeceklerini birader-i şâhâneleri tarafından öğrenmeye memur edildik. Emir ve iradelerine muntazırız.”
Hakan-ı Sâbık, Dâhiliye Nâzırını sonuna kadar dinler. O susunca keskin nazarlarını hepsinin üzerinde ayrı ayrı gezdirdikten sonra şunları söyler:
-“Şevketli biraderimin hakipây-ı şâhânelerine arz-ı ubûdiyet ederim. Endişeleri tamamiyle gayr-i vârittir. Eğer dokunulmamış ise, Çanakkale’yi ben zamanında, fevkalâde tahkim eylemiştim. (Kırım Savaşı, Boğazların tahkimi yönünden Osmanlı’yı uyarmış, 1877-78 savaşında Plevne, toprak tahkimatının önemini kısmen belirtmişti. Bu vesile ile Sultan II. Abdülhamid Han Mecidiye, Hamidiye, Yıldız, Kumkale, Seddülbahir, Kepez, Çimenlik tabyalarının tahkimatını Almanya’da “yeni usul tahkimatı” öğrenen subaylar eliyle 1890-1897 yılları arasında tamamlamıştı.) Oradan hiçbir donanmanın geçmesi kâbil değildir. Boğaziçi de öyle… Amma farz-ı muhâl olarak öyle bir felâket başa geldiği takdirde, Hakanın yapacağı şey, tacını, tebâasını terk ile züll-ü firârı irtikâp değil, eyvân-ı payitahtının taşları altında terk-i cân etmektir. Hazreti Fatih bu beldeyi küffar elinden fethettiği zaman Bizans İmparatoru Konstantin kaçmayıp, harp ede ede, yıkılan kalelerin altında can vermek celâletini göstermişti. Biz, Fatih’in ahfâdı, Konstantin’den aşağı kalamayız. Zat-ı Şâhâneye böylece arz edin! Müsterih olsunlar ve irade-i ezeliyeye münkâd olsunlar! Şuradan şuraya kımıldamasınlar! Düşman buraya giremez. Bana gelince, ben artık bir yere gitmem. Yegâne arzum burada ölmektir. Biraderimden ve hükûmet-i seniyyeden bu arzuma mümanaat edilmesini istida ederim!”
Evet!
Görüyor musunuz; iradeyi, basireti, feraseti?
Sultan II. Abdülhamid Han, “Zamanında Çanakkale Boğazını fevkalade tahkim eylemiştim” diyor… “Oradan dünyanın hiçbir donanması geçemez” diyor… “Düşmanı orada karşılayın” diyor… Ve en çarpıcı ifadesi de: “Farzı muhal, öyle bir felaket başa geldiğinde de, Osmanlı hakanının yapacağı şey firar etmek değil, elinde kılıç, Osmanlı payitahtının taşları altında can vermektir” diyor… “Dedem Sultan Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’u fethederken, Bizans İmparatoru Konstantin kaçmayıp, elinde kılıç çarpışa çarpışa kale surları altında can vermek celaletini göstermişti” diyor. Ve noktayı koyuyor: “Biz, Konstantin’den aşağı mıyız?”
İttihat Terakkiciler, her ne kadar Sultan II. Abdülhamid’i tahttan indirmiş olsalar da, kendisine hâlâ büyük hürmet beslemektedirler. Zaten gelinen noktada, her şeyi yüzlerine gözlerine bulaştırmışlardır. Hele hele Üzerine Güneş Batmayan İmparatorluk Büyük Britanya’nın Fransız zırhlılarıyla takviyeli Yenilmez Armada’sının Çanakkale Boğazı’nın karşısına konuşlanması, her an saldırıya hazır halde orada bir tehdit oluşturması, akıllarını iyice dumura uğratmıştır. Sultan II. Abdülhamid’in vermiş olduğu bu akıl ve telkin, onların dumura uğrayan akıllarının açılmasına neden olmuştur. Çünkü ne kadar onu tahttan indirmiş olsalar da, onun aklına hâlâ çok inanmakta ve güvenmektedirler.
İşte Sultan II. Abdülhamid’in vermiş olduğu bu akıl ve bu telkin, Osmanlı Harekat Dairesine düşman donanmasını Çanakkale Boğazı’nda karşılama kararını aldırmıştır. Yoksa daha düşman donanması Çanakkale Boğazı’na girdiği anda, Marmara’ya bile ulaşmadan, devlet, bütün hükümet üyeleri İstanbul’u terk edip, firar edeceklerdi.
Akabinde onun verdiği o akıl ve telkin üzerine, sür’atle Çanakkale Boğazı’nın her iki yakasındaki tabyaların tahkimi kuvvetlendirilir. Bir kere Sultan II. Abdülhamid Han’ın aklının ve duasının değdiği Çanakkale Boğazı’ndan artık düşman donanmasının geçmesi kabil değildir. Nitekim 18 Mart 1915 Deniz Zaferi bu akıl ve dua üzerine, kahraman topçularımızın ve mayıncılarımızın üstün gayretleri neticesiyle elde edilir.
18 Mart Deniz Muharebesindeki zaferimiz sadece o gün için kazanılmış bir zafer değildir. O günkü zaferle birlikte, bütün orduya ve millete büyük bir özgüven gelmişti. Ne demekti; Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk Büyük Britanya’nın Yenilmez Armada’sı Çanakkale Boğazı’nı geçememişti. Daha doğrusu, biz geçirtmemiştik. Bu zafer, tam iki yüz yıldan fazladır savaş kaybeden toprak kaybeden, sürekli geri çekilen Osmanlı için çok değerli bir zaferdi. O yıllarda İstanbul’da Amerikan Büyükelçisi olan Henry Morgenthau, 18 Mart Deniz Zaferimiz için “Türkler o gün aslına rücu eylediler” yorumunu yapmıştır. Evet! Morgenthau’nun tespiti çok doğruydu… Biz 18 Mart zaferiyle birlikte aslımıza rücu etmiştik. Bu zaferle birlikte milletin de inancı çoğalmıştı, akabindeki kara savaşlarında millet ve ordu tek vücut olacak, “Çanakkale Ruhu”nu oluşturup, birlikte “Çanakkale Geçilmez!” destanını yazacaktı.
İşte o Çanakkale Ruhu’nun oluşumunu sağlayan, kendisini ricata ikna için gelen Talat Paşa’ya verdiği akıl ve telkinle Sultan II. Abdülhamid Han olmuştur. Sadece 18 Mart Deniz Muharebesindeki zaferde değil, bütün bir Çanakkale Geçilmez Destanı’nda payı büyüktür.
Allah celle celalühü, başta Sultan II. Abdülhamid Han olmak üzere, bu zaferde payı olan bütün kahramanlarımızdan razı olsun. Makamları Cennet, makamları âlî olsun!
Sadeddin Özgür