18. Yüzyıldan Günümüze “Ulemânın Koronavirüsle İmtihanı”

Bir koronavirüs fırtınası koptu, gidiyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün “küresel salgın” tanımı yaptığı, dünyanın hemen her köşesinde paniğe sebep olan, bulaşma riski çok yüksek ve henüz tedavisi bulunmayan bir salgın. Sadece insan ve toplum sağlığı boyutuyla değil, siyasi, ekonomik, kültürel, ahlaki vb yönleriyle insanlık aleminin tüm bireylerini ve tüm ülkeleri derinden etkileyen bir felaket. Allah masum insanların yüzü suyu hürmetine bu felaketi en az ziyanla atlatmayı lütfetsin; encâmımızı hayreylesin.

Bundan asırlar önce bütün dünyayı saran ve yeryüzünün tarihinde belki de görülmemiş oranda can kaybına malolan bir başka salgın ihtiyar küremizi kasıp kavuruyordu: “Veba”. 18. yüzyılda Osmanlı coğrafyasında vebanın tezahürlerini ve hekimler ile din ulemâsı arasında bu konuda yaşananları, tam da bu koronavirüslü günlerimizde hatırlamakta yarar var. Dr. Osman Şevki’nin “Beşbuçuk Asırlık Türk Tabâbeti Tarihi” adlı eserinden (Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991) bu hazin hikayeyi okuyup günümüz için dersler çıkaralım:

“… Bilhassa veba, memlekette adeta yerleşmiş bir hastalıktı. Bu müthiş hastalık her sene memleketin nüfusundan yüz binlercesini öldürüyordu. Gelecek nesli çok sarsıyordu. Irak’ta, Anadolu’da vebanın hiç eksik olduğu yoktu. Memleketin nüfusu gittikçe azalıyordu…

… Hekimler vebanın sirayetini biliyorlardı. Fakat, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa zamanını izleyen cahiliyet devrinde bilginlerimiz (din alimleri) büyük bir yozlaşmaya uğramışlar; bütün yüksek vasıflarını yitirmişler, her şeye zamanlı zamansız ve cahilane karışmaya başlamışlardı. Binaenaleyh, tabipler korunma çarelerini öğütlerken, karşılarında bulunan bilginlerle uğraşmaya mecbur oluyorlardı. Bu sahte bilginler, bulaşıcı hastalıklardan korunanlara “sapık” yaftasını yapıştırıyorlar. Onlar, dervişane boyun eğerek, vebanın Allah tarafından insanları cezalandırmak için gönderildiğini, bundan korunmak isteyenlerin Allaha isyan etmiş olacaklarına dair vaazlar veriyorlardı. Vebadan daha müthiş bir veba musibeti olan bu zihniyet aydınlarca reddolunuyordu. Fakat halkın çoğu bu telkinlere inanıyorlardı. Tabipler “karantina” tavsiye ediyorlardı. Taassup erbabının propagandasına rağmen vebadan korunma tedbirleri sayesinde kurtulmanın mümkün olduğunu anlayan kimseler, karantinanın her türlü yokluklarına katlanıyorlardı. Tabiplerle diğer bilginler ve cahil zümre arasında mücadeleler oluyordu. Şânizâde (Şânizâde Mehmed Atâullah Efendi) mücadelecilerin başı idi. Bu mücadeleciler, yazılı ve sözlü yaptığı mücadelelerle korunma usullerini herkese anlatmak istiyorken mutaassıpların hücumuna uğruyorlardı.

… Şânizade karantinada dini bakımdan bir mahzur olmadığını isbata mecbur kalmış ve isbat etmiştir. Fakat geri kafalılar silahlarını teslim etmiyorlardı. 1812 senesinde vuku bulan veba salgınında en evvel Şânizade çekilmiş ve kapılarını bütün ziyaretçilere kapatmıştı. Kendisinden aktarılan aşağıdaki sözler, açıklamaya gerek kalmaksızın korunmadan ne beklendiğini göstermektedir:

Dostlarımızdan az veya çok bu hastalığa yakalanmayan ve üzüntü duymayan hiçbir kişi kalmamışken, aklını kullanan, korunma ve temizliğe riayet eden tedbirli kimselerin bir tekinin evine büyük Allah’ın korumasıyla sonuna kadar tâûn (veba illeti) girip yayılmadı. Ben dahi evimde (kadın ve erkek onbeş kadar) ev halkımla korunarak Allah’ın yardımıyla hepimiz bu feci hastalıktan müsterih ve emin olarak kurtulduk. Yalnız bilgiden yoksun bazı büyüklerin cahilce yermelerine incinip üzülmüş isek de

Gördüm zamane halkı nifak üzre sâbitâ
Nâçâr cümleden kesilip uzlet eyledim

tesellisiyle melâl-i hâtırı teskin eyledik. (Cevdet Paşa Tarihi, C.10, s.105).

Aklı eren kişiler, sonraları misafir kabul etmemeye ve evlerinde kapanmaya mecbur olmuşlardı. Her mahalle, hatta her ev veba için birçok kurbanlar veriyor, cenazeler taşınmakla bitmiyordu. Yangın bacayı sarmıştı. Tabiplerin öğütleri cahillerin fenalıkları arasında kayboluyordu. Din ulemâsı hala illetin sârî olup olmadığı kavgasını bitiremiyordu. Sokaklar cenazeden geçilmiyordu. Her sokakta beş-on kişi bir tabut taşıyordu. Hükümet bu vaziyet karşısında şaşkın bir halde ve vebanın ne kadar telefâta yüksekliğini araştırma merakına düşmüş; Topkapı, Edirnekapı, Silivrikapı gibi İstanbul’daki bütün kapılara yazıcılar konmuştu. Bu yazıcıların görevleri, sur dışındaki kabristanlara gömülmek üzere götürülen ölüleri kaydetmekti. Tabii İstanbul içinde bazı cami, mescit ve türbeler civarındaki kabristanlara gömülenlerle, Boğaziçi ve Üsküdar’daki kabristanlara gömülenler hesaba dahil olmuyorlardı.

Bu teşkilat ile, yalnız İstanbul surlarından çıkan cenazeler kaydolunuyordu. Ramazan’ın ortasında yapılan bu teşkilat ile günde binbeşyüz, bazen ikibin cenaze çıktığı anlaşılmıştı. Cevdet Paşa tarihinde, Boğaziçi ve çevre mezarlıkları dahil edilirse günde üçbine vardığı yazılıdır. Ulemâ şaşırmışlar, dehşetten ürkmüşler, İstanbul sokakları tenhalaşmış; nihayet, “sârî bi-iznillah” (Allah’ın izniyle bulaşıcıdır) fetvasını vermişlerdi…”

………

Evet, bilimin ışığından uzaklaşan taassup sahiplerinin ne felaketlere zemin hazırladığına hazin bir örnektir bu. İşte o günlerden bugünlere geldiğimizde, şükür ki memleketimizde Diyanet İşleri Başkanlığı ve din alimleri, tabiplerin, bilimin, tıbbın gösterdiği istikamette bir koronavirüs mücadelesi için her türlü desteği vermekteler. Buna en güzel örnek de, fukahâdan Hayreddin Karaman Hocamızın bu konuda yayınladığı köşe yazısı (Yeni Şafak, 15 Mart 2020). Hocamız, şöyle diyor:

“…. Fıkıh beş temel gaye üzerine oturtulmuştur: Hayatı, aklı, dini, malı, nesli korumak. Bu varlık ve değerler tehlikeye girdiğinde ruhsat kapıları açılır ve haramlar, yasaklar gerektiği miktar ve sürece kalkar. Din başkasının malını çalmayı ve gasp etmeyi yasaklar, ama kişi aç kalır ve hayatını devam ettirmek için gerekli asgari gıdayı gasp ederse veya çalarsa ona ceza verilmez, aldığı ve çaldığı şeyi yemek ve içmek de ona haram olmaz. Din oruç tutmayı emreder. Kişi oruç tuttuğu takdirde hasta olacak veya hastalığı artacaksa orucu tutmaz, yoksullara fidye verir. Yağmur, çamur, soğuk, tehlike, hastalık, hastalığın bulaşması veya artması hastaya bakma, malını veya ailesini koruma gibi durumlarda kişi camiye gitmez; cumayı kılmaz, bunun yerine evinde veya yerinde öğle namazını kılar, camide cemaatle namaza katılmaz.

Bu kural ve hükümlerin koronavirüs salgınına uygulanması:

Bilim kurulları sıkı tedbir alınmadığı takdirde bu virüsün sür’atle yayıldığında ittifak ediyorlar. Sıkı tedbirlerin başında kalabalıkların içine girmemek ve ten temasından, birbirine yakın durmaktan kaçınmak da var. Bu sebeple;

* Tokalaşma ve kucaklaşma terk edilecek.

* Kirlenmiş ve bulaşmış olması muhtemel nesnelere dokunduktan veya yaklaştıktan sonra ilk fırsatta eller sabunla iyice yıkanacak, yıkama imkânı bulunmadığında dezenfekte malzemeleri kullanılacak.

* Devlet sorumlularının bilim kurullarına danışarak ilân ettikleri tedbirlere harfiyyen uyulacak.

* Yöneticilerimizin başında namaz kılan bir Cumhurbaşkanı, namaz kılan bir Sağlık Bakanı ve bunların yanında dinden taviz vermeyen bir Diyanet var. Yine bilim kurullarının tavsiyesi üzerine cemaatle namaz ve cuma namazı bir süre ertelensin diye karar verilirse buna uyulacak (Bu konuda karar geciktirilmemelidir).

Böyle bir karar alındığında camiler açık kalır, ezanlar okunur, ancak kalabalık cemaatle namaz kılınmaz, durumu bunu gerektirenler camide tek başına veya küçük cemaatle namazlarını kılarlar. Bulunduğu yerde namaz kılması mümkün olanlar ise kendi mekânlarında kılarlar. Camiler devamlı dezenfekte edilir.

* Kendisinde hastalık şüphesi bulunanlar kesinlikle başkalarıyla temas etmeyecek, kalabalıklara karışmayacak, cumaya ve cemaate gitmeyecek, acilen ilgili tedavi birimlerine başvuracaklardır. Tedbir almayıp hastalık bulaştıranlar günah işlemiş olacaklarını unutmasınlar.

* Yaşamada ve salgınla mücadelede herkese gerekli olan yiyecek, içecek ve diğer malzemelere fırsattan istifade zam yapanların kazancı helâl değildir.

* Bu maddeleri günlük ihtiyacından fazla olarak alıp stoklayanlar başka insanların haklarını almış olurlar. Ben hasta olmayayım başkaları olsun, ben aç susuz kalmayayım başkaları kalsın… demek insanca ve Müslümanca bir davranış değildir.”

………….

Görünen o ki, 18. yüzyıl tecrübesinin hilafına, ulemâmız koronavirüsle imtihanı geçmiş bulunuyor. Sıra vatandaşımızdadır. Biz de bir hekim olarak, halkımıza, bu ve benzeri tedbirlere sıkı sıkıya uymanın önemini ve bu konuda ihmal göstermenin kul hakkı yanında toplum sağlığına ciddi bir tehdit oluşturacağını hatırlatarak

“Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?” mısralarıyla bitirelim.

Prof. Dr. M. İhsan KARAMAN

Recent Posts

  • Gündem

Uluslararası Ceza Mahkemesi, Netanyahu ve Gallant İçin Yakalama Kararı Çıkardı!

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Gazze'de işlenen savaş suçları nedeniyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski…

6 saat ago
  • Gündem

KUR’ÂN ARAŞTIRICISIYDI BEL’AM MI OLDU!

Bu video bize BELAM başlığı ile gönderildi. BEL’AM için Diyanet İslam Ansiklopedisine baktığımızda şu açıklamayı…

7 saat ago
  • Gündem

YALNIZCA VE SADECE MİLLETİMİZİN ASKERLERİNE MUHTACIZ

Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…

10 saat ago
  • Gündem

İBB Meclisi’nde İstanbul’da Suya Her Ay Zam Yapılacak

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…

11 saat ago
  • Gündem

Marmara’da Lodos: Deniz Ulaşımı Olumsuz Etkilendi

İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…

12 saat ago
  • Makale

Evrensel Bir Kişilik Profili: Ebu Leheb ve Karısı (1)

Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…

13 saat ago