Toplumların hayatında dönüm noktaları vardır. Türkiye, uzun yıllar Batılılaşma ile tarihin en yanlış ve çözümsüz problemleri içine girmiş ve bunun neticesinde, topluma karşı belli bir azınlığın keyfi ve baskıcı politikaları ile karşı karşıya kalmıştır.
28 Şubat, aslında Tanzimat Fermanı ile başlayan, Batı tarzında bir devlet ve toplum inşa etme çalışmalarını hedefleyen zincirin bir halkası olmuştur. Batı tarihinde, yüksek ve asıl sınıfların toplum üzerindeki baskı ve otoriteleri, acı ve kabul edilmez zulüm ve haksızlıklarla doludur ve batı’da halklar, haklarını almak için krallara ve bölgesel Derebeyi ve Vassal’lara karşı mücadele içine girerek, haklarını elde etmeye çalışmışlardır.
Buna karşılık, İslam medeniyeti içinde Türk, Arap, İran’lı halklar’a yönelik, Batı yanlısı yönetimler; batı bilgi ve siyasi sistemlerini model alması sebebiyle, Batı düzenini yerleştirmek için, halklarıyla çatışma içine girmekten ve baskı kurmaktan çekinmemişlerdir.
Siyasi sistemlerin hedefi, halka hizmet ve halkın değerlerini yönetimde hakim kılmak iken, Batı’da bu zorla elde edilmiş; İslam medeniyetin bağlı toplumlarda ise, zaten bu rol ve görevler, yaşama değerleri içinde olmasına rağmen, dışa bağımlı beyin ve ruhlar; bu ideal ortamı sürdürmek yerine, bu toplumları batı’ya bağlı ve bağımlı hale getirmek için çaba sarfetmişlerdir.
Müslüman toplumlar, Batılı aydınların batılı düzeni getirmelerine, belli şartlar içinde razı olmuşlar, batı sistemi içinde kendi haklarını arama mücadelesi içine girip, isyan ve çatışma içine girmemişlerse de, batılı aydın ve entelijansya, Müslüman halklara eşit hayat hakkı ve mücadele fırsatı tanımayarak, onların her güçlenme durumlarında, üzerlerinde baskı kurmuşlardır.
Türkiye’de batıcı kesimler, bu yüzden; 1960’lardan itibaren 28 Şubat 1997 de dahil olmak üzere, neredeyse her on yılda bir askeri darbeler ile, halkın inanç ve tercihlerine karşı duvarlar örmüş, onların tercihlerinin önünü, şiddet veya hürriyeti engelleyerek kapatmıştır. Bu konuda da Ordu, her zaman halktan yana değil, Batılı sistem ve çevrelerden yana tavır almıştır.
28 Şubat zihniyeti, belli bir fikrin ve sistemin, “halka rağmen” sürdürülmesi ve kayıtsız şartsız Batı düzeninin fikri, siyasi ve kurumsal yapısından hiçbir taviz verilmeden devam etmesini amaçlamışlardır. Bu durum, bir toplumun; tarihi ve sosyolojik gerçeklerini gözardı etmek ve üstü kapalı bir darbe fikrini sürdürmek demektir.
28 Şubat’ta Üniversite’den “irticai faaliyetler” gibi muğlak ve belirsiz bir iddia ve bu iddiayı, hiçbir delil ve somut bilgiye dayanmadan yapılan bir uzaklaştırma hareketi ile sekiz yıl kadar ceza verilen bir kimse olarak, tarihte görülen diğer işkencelerden daha ağır bir işkence ve baskı olarak gördüğümü söylemem gerekir. Çünkü ne devletime ve ne de halkıma herhangi bir zararım olmamasına rağmen, hak ve statülerim kasıtlı ve keyfi olarak engellenmiştir.
İddialar, o kadar komik ve akıl dışı iddialar idiydi ki, Danıştay’a müracaat ettiğimde, konuyu ilettiğim bir hukukçu üye, “hocam size yönelik iddialarda ciddi bir şey yok” ifadesinin arkasından; dosyama baktıktan sonra, “hocam, yapılacak bir şey yok” demesi, bu teşebbüslerin herhangi bir hukuki dayanağı olmadığını, “ideolojik ve halka düşman” belli güçler tarafından planlandığını göstermektedir. Hastane raporuma rağmen, savunmamın alınmadan hakkımda karar verilmesi de, düzmece bir oyunun oynandığını göstermiştir.
28 Şubat, bu halkın öz evlatlarını, sistem dışı hale getirmekten başka bir amaç taşımamış ve ilerleyen zaman diliminde, devlet içinde çeşitli hukuk dışı örgütlerin, bu planı, batılı büyük devletler adına ve onların bilgisi dahilinde yaptıkları anlaşılmıştır.
Siyasi, Akademik ve Sosyal alanda; bir toplumun kültür ve ahlaka ait önemli değer ve fikriyatının mahkum edildiği 28 Şubat düşüncesi, hala bu ülkenin tarih, medeniyet ve kültüründen kopmuş bazı entelektüel ve bürokratik kesimlerinde varlığını sürdürmektedir. Üstelik, kendi toplumsal değer ve fikriyatını anlamadan…
Bu konuda en büyük sıkıntımız, dindar ve maneviyatçı olduğunu iddia eden, bazı grupların; hala, batı’nın düşünce ve sistemini ülkemizde sürdürmek suretiyle, farkında olmadan veya olarak, bu anlayışı devam ettiren bir yapıyı muhafaza edip, onun alternatifine yönelik ciddi çabalar içine girmeyişidir.
Prof. Dr. Sami Şener
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-