Kur’ân’da insanların yaşadıkları tecrübelerle ilgili olarak yer alan bilgiler, tabiî ve sosyal kanunları da içerir. Kur’ân bunu, “sünnetullah” kavramı ile ifade eder. İnsanoğlu ise , kainatta var olan bu tabîî ve sosyal kanunları, keşfetmeye, deneyimleri ile öğrenmeye ve açıklamaya çalışır. Ne var ki günümüzde kimi bilim adamlarının bu kanunları, Allah’tan bağımsız olarak ele aldıkları ve insan merkezli bir anlayışla açıklamaya çalıştıkları; buna karşılık İslâm alimlerinin ise bu anlayışın tam tersine Allah merkezli bir anlayışla bu kanunları ele aldıkları ve inceledikleri görülüyor; dolayısıyla bir İslam alimi olarak İbn Rüşd’ün de bu gruba dahil olduğu biliniyor.
İbn Rüşd’e göre felsefe,(o dönemde bilimler felsefenin içinde yer alıyordu[1]) varlıkları tetkik eden ve bu tetkik sonucunda yaratıcısı ile ilişki kuran bir bilimdir. Din ise, varlıkları akıl ile tetkik etmeye ve bu varlıklar konusunda bilgi sahibi olma arzusunda bulunmaya insanları davet eden ilkeleri içermektedir.[2] Bu husus, Kur’ân ayetlerinde açık bir biçimde belirtilmiştir. Meselâ, “Ey basiret sahipleri itibar ediniz”[3] âyeti, hem aklî kıyası, hem de aklî ve şer’î kıyasın ikisini birlikte kullanmayı emretmektedir. Ayrıca “Arzın ve semâların melekûtuna ve Allah’ın yarattığı şeye bakmıyorlar mı?” [4]; “Develere bakmıyorlar mı nasıl yaratıldı? Semâlara bakıp düşünmüyorlar mı? nasıl yükseltildi?” [5], “Yeryüzü ve semâların üzerinde düşünmüyorlar mı?”[6] gibi ayetlerle benzeri daha pek çok âyet, insanın duyu organları ile eşyayı ve varlık âlemini araştırmasını ve üzerinde düşünmesini istemektedir.
Haşr Sûresinin 2.ayetinde “itibar ediniz” denilmektedir. İtibar, varlıklar üzerinde, düşünmek ve bunlardan ibret almak demektir. İbret alma denilen şey ise, bilinenden bilinmeyeni çıkarmaktan, malum olan şeyden meçhul olan bir şey ortaya koymaktan başka bir şey değildir. Apaçık ortadadır ki din, insanları düşünmenin bu çeşidine davet etmiş ve halkı da buna teşvik etmiştir.[7]
“Biri çıkıp da bu tarzdaki aklî bir kıyasa dayanan düşünce bid’attır, zira ilk asırda yoktu, diyemez, buna hakkı yoktur”[8] diyen İbn Rüşd’e göre fıkhî kıyası caiz gören kişi, felsefeye ait bilimlerde de kıyası caiz görmesi gerekir. Çünkü fikhî kıyas da ilk asırda ortaya konulduğu halde buna kimse bid’at nazarıyla bakmamıştır. Aklî kıyas ve bunun türleri hakkında, bizden önce bazı kişiler araştırma yapmış ve incelemelerde bulunmuş ise, daha sonra gelenlerin de öncekilerden faydalanmaları gerekir. Zira bilgiler ancak bu yolla tamamlanır. Bir insanın çıkıp ta tek başına bu işi yapması ve muhtaç olduğu şeylerin hepsine vâkıf olması ya imkansızdır ya da çok zordur. Şu halde ilmî çalışmalarda, bizden öncekilerin söylediklerinden faydalanmamız ve yardımlarına başvurmamız, üzerimize düşen bir görevdir.
Öncekilerden kasıt, bütün insanlardır. Bu insanların aynı dinde olmaları veya olmamaları bir şey ifade etmez. Zira bu durum, kurbanın sıhhatini sağlayan bıçak gibidir. Bıçağı yapan kişinin hangi dinde olduğu önemli değildir. Bu sebeple İslâm öncesinde yaşayan kimselerin eserlerini ele alıp okumak ve bunlardan istifade etmek dine aykırı değildir. Burada önemli olan, kişiye değil, sözüne bakmaktır. Söylenen sözün, tümü doğru olabildiği gibi, yarısı veya bir kısmı da doğru olabilir.[9] İbn Rüşd’e göre, delil ve burhana dayanan bir düşünce tarzı, dinin getirdiği hükümlere aykırı bir netice meydana getirmez. Çünkü dinî kurallar ve bilgiler, gerçek olan bilgilerdir. Gerçeğin gerçeğe zıt olması asla düşünülemez. Çünkü gerçek olan bir şey, diğer gerçek olan bir şeye uygun olur. O’nun bu konudaki düşünce sistemi ise şöyledir:
Eşya ve varlık konusunda din, ya sükût etmiş, onun hakkında hiçbir şey söylememiştir, ya da o varlığı tanıtmış ve hakkında bilgi vermiştir. Dinin hakkında hiç bir bilgi vermediği konuda, insanların elde ettikleri bilginin dine aykırılığı söz konusu olamaz. Çünkü bu durum, içtihada dayalı fıkhî bir hüküm gibidir. Dinin hakkında bilgi verdiği konuya gelince, bu bilgi, burhan ve delile dayanan bir düşüncenin ulaştığı sonuca, ya uygun olur, ya da uygun olmaz. Şayet insanların elde ettikleri bilgiye, dinin verdiği bilgi uygunluk ve paralellik arz ediyorsa, bu konuda da söylenecek bir söz yoktur. Fakat uygunluk arz etmiyorsa, o takdirde, dinîn verdiği bilgi, te’vil edilir.[10]
Te’vilin anlamı, bir sözü hakikî delaletinden ve gerçek anlamından uzaklaştırarak mecazî delalete ye mecazî anlama götürmek demektir. Fakat te’vil yapılırken filolojik kurallara dikkat edilmesi ve asla lisan geleneğinin ihmal edilmemesi de gerekir. Şu kadar var ki bu durum, İbn Rüşd’e göre bir ihtimaldir. Gerçekte ise, dinin verdiği bilgiler ile, gözlem ve deneye dayalı bilgiler asla bir birine zıt değildir. Zira gerçek, gerçeğe asla zıt olamaz. Dolayısıyla burhana dayalı bir bilgi, dinin zahirî bir lafzına zıtmış gibi görünürse de, dinin bütünlüğü içinde bir başka nassa mutlaka uygun düşecektir. Kaldı ki O’na göre, dinin ortaya koyduğu lafızların tamamını zahirî manada anlamak da zarurî değildir. Aynı şekilde nasların hepsini te’vil suretiyle zahirî anlamların dışına taşımak da olmaz. Yani âyet ve hadislerin tümünü zahirî anlamda mümkün olmadığı gibi, hepsini te’vil etmek de mümkün değildir.[11]
İbn Rüşd’e göre Kur’ân, açık ve seçik olma bakımından bir mu’cize olarak nazil olmuştur. Bu nedenle müteşabih olmayan bir âyet hakkında, bu müteşabihtir diyerek ayeti te’vil etmek, daha sonra da bu yoruma inanmak ,dinin özünden uzaklaşma anlamını taşır. O’na göre bir çok te’vilin dayanağı mevcut değildir. Sırf bu yüzden İbn Rüşd, te’vile fazla daldığı için İmam Gazzâlî’yi tenkid etmektedir.[12] Bununla birlikte kendisi de te’vil yaptığının farkındadır ve “Te’vil yapma zarureti ortaya çıkacak derecede, aralarında tearuz bulunan âyetlerin nazil olmasının sebebi ve hikmeti nedir? Halbuki sen her konuda te’vile karşı çıkmaktasın” tarzındaki bir sorüya, “Halka meseleyi olduğu gibi anlatma zaruretinden bu durum meydana gelmiştir” diye cevap verir[13] ve kendisini bu konuda mazur göstermeye çalışır. Özellikle el-Keşf an Minhâci’l-Edille adlı eserinde bu görüşlere yer veren İbn Rüşd’ün, daha ziyade bu tavrını Kur’ânî lafızlar üzerinde fazlaca yoruma giden kişiler hakkında sergilediğini görmekteyiz. Oysa Faslu’l Makal adlı eserinde Din-İlim ilişkisine dair ileri sürdüğü görüşlerinde aynı tavrı sergilememektedir.
Öyle görülüyor ki İbn Rüşd, şehâdet yani varlık âlemi ile ilgili âyetlerin bilimsel verilere dayalı yorumuna ılımlı bir tavır sergilemesine ve hatta bunu zorunlu görmesine karşın, gaybla ilgili konulardaki ayetlerin, özellikle itikadı mezheplerin ele aldıkları müteşabih âyetlerin te’vil edilmesine pek de olumlu bakmamaktadır. Nitekim caiz olan ve olmayan te’vil başlığı altında verdiği bilgiler ve bu konuda yaptığı tasnif, bu kanaatimizi doğrular mahiyettedir. Zira caiz olmayan veya caiz olan te’villerle ilgili olarak verdiği örnekler, daha ziyade müteşabih lafızlarla ve bu lafızlara itikadî mezheplerin getirdikleri yorumlarla ilgilidir. Bu konuda o, te’vil’i toptan yasaklama yerine bazı kurallara ve şartlara bağlamaktadır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki İbn Rüşd, din-bilim ilişkisini felsefî boyutta ele alan ve bu ilişkiyi te’vil kavramı içinde değerlendirerek bilimsel bir temele oturtmaya çalışan bir İslâm filozofudur. Tevhid prensibi gereği, bilimsel verilerle vahyin zıtlaşmadığı, tam aksine tam bir uyum ve paralellik içinde bulunduğu görüşündedir. Zira vahyi gönderen de, varlık alemindeki tabiî kanunları ve insan aklını yaratan da Allah’tır, bu nedenle Allah Teâlâ, varlık alemindeki kanunların keşfedilmesi için insandan, aklını ve duyu organlarını kullanmasını istemiştir. İnsana düşen görev da bunun gereğini yapmaktır.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] İmam Gazzalî, el-Munkızu mine’d Dalâl, İstanbul 1287 h. S.17.
[2] İbn Rüşd, Felsefe-Din İlişkileri, (Faslu’l Makal el-Keşf an Minhâci’l Edille) Haz. Süleyman Uludağ, İstanbul, 1985. Dergah y. s. 96-97.
[3] Haşr,59/2.
[4] A’raf, 7/184.
[5] Gâşiye, 88/16-17.
[6] Âl-i İmran, 3/191.
[7] İbn Rüşd, Felsefe-Din İlişkileri,.s, 97-98.
[8] İbn Rüşd, Felsefe-Din İlişkileri,.s, 101.
[9] İbn Rüşd, Felsefe-Din İlişkileri, s, 103-104.
[10] İbn Rüşd, Felsefe-Din İlişkileri, s. 112-113.
[11] İbn Rüşd, Felsefe-Din İlişkileri, s, 114-116.
[12] İbn Rüşd, Felsefe-Din İlişkileri, s, 267-270.
[13] İbn Rüşd, Felsefe-Din İlişkileri, s, 344-345.