Sosyal ve ilmî faaliyetlere katılan insanların, daha çok neye önem verdiklerini ve odaklandıklarını hep merak etmişimdir. Bu nedenle de iştirak ettiğim ilmî toplantılarda ve sosyal içerikli faaliyetlerde buna özellikle dikkat ederdim. Yaptığım genel gözlemlerden edindiğim intibaa, kimi dinleyicilerin konuşmacıların kimliğine daha çok önem verdiklerini ve bu kimliğe göre bir değerlendirmede bulunduklarını; kimi kişilerin de konuşmalardaki fikir ve düşünceye odaklandıklarını fark ederdim. Daha açık bir ifade ile kimi insanların, konuşmacıya “kim konuşuyor?” diye baktıklarını ve şayet kendi düşünce veya ideolojisine mensup ise, olanları can kulağı ile dinlediklerini, ancak konuşmalarındaki içerikle fazla da ilgilenmediklerini; kimi insanların da “bu adam ne konuşacak, ne söyleyecek?” düşüncesiyle yaklaştıklarını ve “yeni bir şey öğrenebilir miyim?” anlayışına sahip olduklarını; sayıları az da olsa kimi insanların da Mevlana’nın “Bir lafa bakarım laf mı diye? Bir de söyleyene bakarım adam mı diye” ifade ettiği sözüne uygun bir davranış içinde olduklarını görürdüm. Nitekim tıp, fen, sosyal ve ilahiyat alanlarında yapılan konuşmalarda, dinleyicilere bu açıdan da baktığımda aralarında hissedilir bir nitelik farkın bulunduğunu da müşahede ederdim. Bir de bu anlayış ve yaklaşım tarzlarının dışında kalan, ya hiç okumayan, ya da kendi ideolojilerinin haricindeki eserleri okumayı yanlış bulan kişiler var ki, onları hiç hesaba katmamak gerekiyor. Zira bunların okumak, okuyarak veya dinleyerek bilgilenmek gibi bir amaçları bulunmuyor.
Acaba bir hidayet rehberi olarak Allah tarafından gönderilen Kur’an, bize bu konuda ne tavsiye ediyordu? Bir Müslüman olarak bunu bilmek ve öğrenmek de bizim görevimizdi. Nitekim o, bize şunları söylüyordu:
“Müjdeler olsun tâğûttan uzak durup onlara tapınmaktan kaçınan ve sadece Allah’a yönelenlere! Bu kullarımı müjdele: Onlar, bütün sözleri, görüşleri dinlerler ve onların en güzeline uyarlar. Allah’ın doğru yolu gösterdiği kimseler, işte onlardır ve gerçekten onlar akıl-irfan sahibi kimselerdir”[1]
Tağut, taşkınlık yapıp haddini aşan olarak tanımlanıyor, dolayısıyla da insanı azdıran, yoldan çıkaran; Allah’tan başka tapınılan ve hak yoldan saptıran her varlık, put, şeytan, kâhin ve sihirbazın da, tağutun anlam içeriğine dahil edildiği görülüyor.[2] Bu nedenle ayet, akıllı insanların, tağuttan uzak durduklarını, ancak söylenen her sözü de dinleyip, o sözlerin içinden en güzelini seçtiklerini ifade ediyor. Dolayısıyla akıl sahibi her insanın, duyduğu her söze hemen inanmaması, söylenen sözler üzerinde düşünüp taşınması ve anlamaya çalışması; ayrıca ihtiyaç hasıl olduğunda o sözün doğru olup olmadığını araştırması, bu aşamalardan sonra kabul ya da ret etmesi gerekiyor. Nitekim Maverdî’nin bu ayetin yorumunda “Onlar, hem Müslümanların hem de müşriklerin sözlerini dinlerler ve onun en güzeli olana, İslam’a uyarlar”[3] ; Kurtyubî’nin de “ Güzel ve çirkin her sözü dinlerler, fakat güzelini alır, çirkininden uzak durur ya da hem Kur’an’ı hem de diğer sözleri dinlerler, fakat Kur’an’a uyarlar” [4] dediğini görmekteyiz. Nitekim Hz. Peygamber’in Hz. Ebu Hureyre ile olan bir mükalemesinden de bu yorumların ve bakış açısının ne kadar doğru olduğunu anlıyoruz.
Rivayet edilir ki Hz. Peygamber’e gelen hurmaları korumakla görevlendirilen Ebu Hureyre, bu hurmaları çalmak isteyen kişiyi yakalar, fakat yalvarması ve yakarması üzerine onu serbest bırakır. Bu olay üç defa tekerrür eder. Sonuncusunda o kişi ile Ebu Hureyre arasında şöyle bir konuşma geçer:
“ Beni bu defa da serbest bırak, sana bazı kelimeler öğreteyim. Allah seni bu kelimelerle mutlaka faydalandıracaktır.” dedi.
“- Bazı kelimeler dediğin nedir?” diye sordu. Adam şunları söyledi:
“- Yatağına girdiğin zaman Âyetü’l-kürsî’yi oku! O takdirde senin yanında Allah tarafından sürekli bir koruyucu bulunur ve sabaha kadar şeytan sana yaklaşamaz.” dedi. Ebû Hüreyre, şeytandan korunmanın yeni bir usulünü öğreten hurma hırsızını, verdiği bu değerli bilgi karşılığında serbest bıraktı. Ertesi sabah Resûl-i Ekrem, Ebû Hüreyre’nin yanına gelince o değişmeyen sualini sordu:
“- Dün gece tutsağın ne yaptı?” buyurdu. Ebû Hüreyre :
“- Ya Resûlallah ! Allah’ın beni faydalandıracağı bazı kelimeler öğreteceğini söyledi. Ben de bu kelimeler karşılığında onu serbest bıraktım.” dedi Hz. Peygamber:
“- Neymiş o kelimeler?” deyince, Ebû Hüreyre, adamın Âyetü’l-kürsî ile ilgili söylediklerini anlattı. O zaman Resûlullah,
“-Kendisi yalancı olduğu halde bu defa doğru söylemiş.” buyurdu, sonra da “- Üç gecedir kiminle konuştuğunu biliyor musun, Ebü Hureyre?” diye sordu. Ebû Hureyre ,
“- Hayır, bilmiyorum.” Diye cevap verdi. Hz. Peygamberler de :
“- O şeytandı.” [5] Dedi.
Hz. Peygamber’in “Kendisi yalancı olduğu halde bu defa doğru söylemiş” sözünden çok nadir de olsa şeytanın doğru söylediği anlaşılıyor.
Bu kurala hiç şüphesiz insanların da dahil olduğu biliniyor. Zira insanlar arasında doğru sözlü olanlar olduğu gibi, yalan konuşanlar da bulunuyor. Menfaat temin etme, korku vs. gibi sebeplerle insanların da yalan konuştukları biliniyor. Bu nedenle bir çok insanın sahip olduğu dinî, siyasî ve içtimaî kimlik, yalan konuşmalarına engel olmuyor/olamıyor. Zira aidiyet ve kimlik, insanda o aidiyetin ve kimliğin gerektirdiği kişilik özellikleri bulunmadıkça bir değer ifade etmiyor; zira kimlik, insanı hata yapmaktan, günah ve suç işlemekten yeterince alıkoymuyor. Bu nedenledir ki insanı en iyi bilen Yüce Rabbimiz, “Ey iman edenler! Yapamayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Bilin ki yapamayacağınız şeyleri söylemek büyük günahtır”[6] diyerek inananları uyarıyor ve onlardan söz ve davranış uygunluğuna özen göstermelerini istiyor. Zira söylenen sözlerin, tümü doğru olabildiği gibi, yarısı veya bir kısmı da doğru olabiliyor. Bu nedenle doğrunun ölçütünü, zaman, mekan ve şahıslarda aramak yerine, kural ve ilkelerde aramanın daha doğru bir yöntem ve yaklaşım tarzı olduğu anlaşılıyor; o ilke ve kuralların da Kur’an’da ziyadesiyle bulunduğu görülüyor.
Nitekim Kur’an, bir taraftan “Ey iman edenler! Size bir fâsık haber getirdiğinde, bu haberin doğru olup olmadığını araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa zarar verirsiniz, sonra da yaptığınıza pişman olursunuz”[7] diyerek fâsık birinin getirdiği bir haberin araştırılmasını Müslümanlardan talep ederken; diğer taraftan da “ Allah’ın o sevgili kulları yalan yere şahitlik etmezler; boş ve anlamsız bir şeyle karşılaştıklarında şeref ve vakarlarını koruyarak oradan uzaklaşırlar”[8] diyerek onlardan yalan şahitlik etmemelerini, boş ve anlamsız sözlerin konuşulduğu ortamlardan uzaklaşmalarını tavsiye ediyor. Dahası onlara kendini bilmeyen cahillerin, laf attıklarında yada sataştıklarında, ‘selametle, haydi işinize bakın’ deyip geçip gitmelerini ve onlarla kavga etmemelerini öğütlüyor. [9] Sonuç olarak bu ayetler de yer alan ilkeler, bizden her sözü dinlememizi, kabul veya ret etmeden öce araştırmamızı, sonra da sözlerin en güzelini ve doğrusunu tercih etmemizi, dolayısıyla boş ve anlamsız sözlerle de meşgul olmamamızı istiyor. Bu da bize sözlere ve şahıslara kategorik değil, analitik bakmanın gerekli olduğunu gösteriyor.
[1] Zümer, 39/ 17-18.
[2] Ragıb İsfenanî Müfredat, tgv maddes; Metin Yurdagür, Tağut TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2012, 39/372.
[3] Maverdî, en Nüket ve’l Uyun, Beyrut 1992 ,5/121.
[4] Alusi, el-Cami li Ahkami’l Kur’an, Beyrut Tarihsiz, 15/244.
[5] Buhari, Vekâle, 10.
[6] Saff,61/2-3.
[7] Hucurat,49/6
[8] Furkan,25/72
[9] Furkan,25/63.