Kur’ân denilince ne anlıyoruz, zihnimizde ne gibi anlamlar canlanıyor? Zihnimizde canlanan bu anlamların, Allah tasavvurumuzla bir ilişkisi var mı? Varsa bu ilişkinin niteliği nedir? Bu sorulara tarihi süreç içinde verilen cevaplara bakıldığında Kur’ân tasavvurlarımızda bir problemin olduğu anlaşılıyor. Nitekim bu konuda İlhami Güler’in, “Üç Kur’ân Tasavvuru” ndan söz ettiğini ve bu tasavvurları da,
Bu Kur’ân tasavvurlarının neticesinde;
8.Kur’an’ı, bir bilim kitabı gibi algılama, ya da bunun zıddı bir anlayışa sahip olma vs. gibi Kur’an’a birbirinden farklı yaklaşımların ve yönelişlerin olduğunu görürüz. [2]
Kur’an, insan hayatını kuşatan; her konuda onu bilgilendiren ve ona yol gösteren bir hidayet kitabı olmasına rağmen, onu anlamaya ve yorumlamaya çalışan bir ilim adamı şayet entegrist bir anlayışa sahip ise, geleneğin tesirini ve yorum biçiminin mutlaklığını savunabilmekte; şayet fundamentalist bir anlayışa sahip ise, geleneği ve tarihsel formları aşıp metnin ilk okunuş ve anlaşılış biçimini mutlaklaştırmakta; şayet radikal bir anlayışa sahip ise, bilgi-iman özdeşliğine inanmakta, dini bir ideoloji olarak algılamakta; şayet modern bir anlayışa sahip ise Kur’an tasavvurlarını da buna göre oluşturmaktadır. .
Mehmet Âkif de İslâm şairi ve mütefekkiri olarak kendine özgü bir Kur’ân tasavvuru oluşturmuş ve bu tasavvurunu da yeri geldikçe eserlerine yansıtmıştır. Ancak onun bu Kur’an tasavvuru, geçmişte olduğu gibi ilmî, felsefî ve sûfî bir geleneğe dayanmaktan ziyade Müslümanların doğrudan doğruya Kur’ân ile olan ilişkisine dayandığı; daha açık bir ifade ile ona ait bu Kur’ân tasavvurunun, Kur’an’ı yeniden keşfetme, böylece hayatı Kur’ân perspektifinden anlamlandırma ve yaşama anlayışını zihinlere yerleştirme ve Müslümanların bilinçlenmelerine katkıda bulunma amacını taşıdığı görülmektedir.
Nitekim hayatı ve eserleri incelendiğinde Mehmet Âkif’in, tenzil döneminde ve sonrasında Müslüman-Kur’ân ilişkisinin, Hz. Peygamber’in, “Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir”[3] hadisine paralel olarak yürüdüğü ve buna bağlı olarak öğrenme ve anlama amaçlı Kur’ân okuma faaliyetlerinin devam ettiği bilgisine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle Âkif, yaşadığı dönemde Kur’ân-Müslüman ilişkisinin genelde böyle olmadığını, zira öğrenmek ve yaşamak amacıyla Kur’ân’ın okunmadığını, Hz. Peygamber’in “öğrenen ve öğreten” ifadesinin sanki “okuyan ve okutan” a dönüştürüldüğünü; dolayısıyla Kur’ân’ın ilkesel ve bilgisel boyutu ile değil de şekil yönü ile kültürel olgulara bağlam yapıldığını görüyordu. Böyle bir değişim ve dönüşümün, Müslümanların Kur’ân’a olan duygusal bağlılığını ve duyarlılığını artırsa da, Kur’ân’ın bilgi boyutu ile ele alınmasına engel olucu bir işlev gördüğünün de farkındaydı. Bu nedenle Akif, Kur’ân’ın sadece bir iman objesi olarak kalmamasını; bir bilgi objesi olarak da okunmasını, öğrenilmesini ve yaşanmasını istiyordu. Bu nedenle Müslümanların, ayetleri minber, mihrap ve kubbeye yazma, abdestsiz Kur’an’a dokunmama, onu belden aşağı tutmama, yeni doğmuş çocuğuna isim arama, anlamını bilmeye ihtiyaç duymadan ölü evinde ve mezarlıkta okuma, sevap kazanma, kazadan ve belâdan korunma gibi saygı ve ihtiyaç göstergesi olan davranışlarla yetinmelerini de doğru bulmuyor; öncelikle Kur’ân’ın indiriliş amacına uygun olarak öğrenilmesini, öğretilmesini ve özellikle de yaşanmasını arzu ediyordu.
Bu sebeple Safahât’ın ikinci kitabı Süleymaniye Kürsüsünden Müslümanlara şöyle sesleniyordu:
“İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!
Yoksa, bir maksad aranmaz mı bu âyetlerde?
Lâfzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur’ân’ın:
Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz ma’nânın:
Ya açar Nazm-ı Celîl’in, bakarız yaprağına;
Yâhud üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!”.[4]
Bu mısralar Âkif’in, Kur’ân tasavvurunun ne olduğunu açık bir şekilde ifade eder. O’na göre Kur’ân ölülere değil, dirilere yol göstermek ve kılavuzluk etmek için indirilmiştir. Asr sûresi hakkındaki şu şiiri de onun bu tasavvurunu açıkça ortaya koyar:
“Hâlikın nâmütenâhi adı var, en başı: Hak.
Ne büyük şey kul için Hakk’ın elinden tutmak!
Hani, Ashâb-ı Kirâm, ayrılalım, derlerken,
Mutlaka sûre-i ve’l-Asr’ı okurmuş, bu neden?
Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh;
Başta imân-ı hakīkī geliyor, sonra salâh,
Sonra Hak, sonra sebat. İşte kuzum insanlık.
Dördü birleşti mi yoktur sana hüsran artık.” [5]
Âkif, doğru Kur’ân tasavvurunun, Müslümanları doğru bir din anlayışına götüreceğine inanmış ve bu inancını da şöyle dile getirmiştir:
“Yedi yüz yıllık eserlerle bu dînin hâlâ,
İhtiyâcâtını kābil mi telâfı? Aslâ.
Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.
Kuru da’vâ ile olmaz bu, fakat ilm ister;
Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster?”[6]
Bunun için Âkif, Müslümanlardan Kur’ân’ı öğrenmelerini, öğrenilen bilgilerin ve esasların ölçü alınmasını istiyordu. Çok iyi biliyordu ki doğru din anlayışı, ancak doğru bir Kur’ân tasavvuruna bağlıydı. Bu da Müslümanları doğru Allah tasavvuruna götürecek ve doğru bir “tevekkül” anlayışına kavuşturacaktı. Ona göre Müslümanların din anlayışlarına dayalı Allah tasavvurları ve buna bağlı tevekkül anlayışları da sorunlu idi. Nitekim bu meseleye dikkat çekmek için Safahât’ın 4. Kitabı Fatih Kürsüsünden Müslümanlara söyle sesleniyordu:
“Kadermiş!” Öyle mi? Hâşâ; bu söz değil doğru:
Belânı istedin, Allah da verdi… Doğrusu bu.
Taleb nasılsa, tabî’î, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?
“Çalış!” dedikçe Şerîat, çalışmadın, durdun,
Onun hesabına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya!
Âkif, bir taraftan Müslümanların bu tevekkül anlayışını eleştirirken, diğer taraftan da “Tefsir Yazıları” nda tevekkülü, “Yılmadan sonuna kadar çalışmak” olarak tanımlıyordu:
“Evet Allahu Zülcelâl Feyyâz-ı Kerîm’dir; şân-ı azîm için -hâşa- buhl mutasavver değildir. Ancak bir kere O’nun feyzini kabul edebilecek istîdad hazırlamalı yani çalışmalı; sonra da Feyyâz’ın diriğ-i feyz etmeyeceğinden emin olarak hiç fütur getirmemelidir.
İşte tevekkül diye pek azımızın anladığı yahut çoğumuzun anlamak istemediği mâhiyet budur; yoksa “Armut piş; ağzıma düş!” gibi miskin temennilerin tevekkülle hiç münasebeti olmaz.” [7]
Bu sözlerdeki muhtevadan da anlıyoruz ki Müslümanlar, doğru ve sağlıklı bir Kur’ân tasavvuruna sahip oluşmadıkça, doğru bir Allah tasavvuruna da sahip olamıyor; dolayısıyla böyle bir eksiklik ve düşünce yoksunluğu, Müslümanların dinî anlayışlarını ve yaşayışlarını olumsuz yönde etkiliyor. Bu olumsuz etkiden kurtulmanın yolu da doğru bir Kur’an ve Allah tasavvuruna sahip olmaktan ve bunun için çaba göstermekten geçiyor.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] İlhami Güler, Özgürlükçü Teoloji Yazıları, Ankara 2004, s. 37-41.
[2] Celal Kırca, Hayatın İçinde Hayatla Birlikte Kur’an’ı Anlama, Ankara 2019, s.93-99.
[3] Buhâri, Sahih, Fezâilü’l-Kur’ân, 21.
[4] Mehmet Âkif, Safahât, Ankara 2009, s. 153.
[5] Âkif, Safahât, s. 379.
[6] Âkif, Safahât, s. 378.
[7] Mehmed Âkif Ersoy, Tefsir Yazıları Vaazlar, Hazırlayan, M. Ertuğrul Düzdağ, Ankara 2016, s. 58.