İnanç ve inanca göre yaşama, hayatımızın o yana bu yana sapmaması, kara düşünce ve niyetlerle çarpıtılmaması için, bir nirengi işareti, bir eksen ve bir denge çivisidir. İnsan hayatında önemli olan, inancını merkeze yerleştirip ona göre yaşamasıdır.
Toplumlar da, bir insanın kaderine benzer bir kaderle yükümlüdürler. Onlarda da hakikat esasına dayalı uygarlık ideası, bu ideanın özünü oluşturan inanç ve ahlak çekirdeği, saflık ve samimiliğini korudukça ve ondan gelen ışıkla toplumun ruhu ve kalbi aydınlandıkça, gelip geçen pürüzler giderilir, dalgalanmalar karşılanır, tehlikeler önlenir.
Osmanlı döneminde epeyce “Vahdet-i Vücut” şarabı içmiş ve bunula sarhoş hale gelmiş mistik/mutasavvıf Türk Müslümanlığı, gayr-i Müslim ahaliye son derece toleranslı davranmaktaydı. Yunus Emre, Hacı Bektaş ve Mevlana’nın söylemleri, oldukça etkili olmuştu toplum hayatında. Ancak Kur’an-i Kerim’de ifade edilen ve dile getirilen “İman-Küfür”,“Adalet-Zulüm” ve “Zengin- Fakir” ikileminin ise, ciddi düzeyde sulandırıldığı görülmektedir.
Türkiye’de yıllarca Müslümanlar, hep iktidar rüyasını gördüler. “Ah bu maarifi bir defa ele geçirebilsek, belediyelere egemen olsak” diye… Ancak iktidara geldiklerinde çok kısa bir süre içinde değiştikleri, makam ve koltuğun, kendilerini sarhoş hale getirdiğini ve bu sınavı kaybettiklerini görüyoruz.
Mala, makama, mevkie, koltuğa, lükse, gösterişe ve dünyaya, yani maddenin bizzat kendisine bağlanmış Müslümanların bu durumunu sorgulayan ve tenkit edenlere, tüm basın ve medya dünyası, kapılarını kapatmıştır ne yazık ki…
Osmanlılarda siyasal erk, yani Sultan, tarikat ve tekkelerle “Derviş/Devlet” şeklinde bir ilişki geliştirmişti. Medrese ve Tekkede kristalleşen Sünnilik, bireysel vicdanı diriltmek veya Kur’an’a dayanan bir dindarlık yerine; “Amentü”, “İlmihal-İbadet” ve kişi kültüne, yani şeyh, veli ve lidere dayanan çerçeve ve alanı belirlenmiş ve sınırları çizilmiş İslam’ın beş şartı, 32 farz ve 54 farz gibi ezberlenen bir dindarlığın egemenliği söz konusuydu. Taklide ve tekrara dayanan bir dindarlık oluşturulmuştu toplumda… Oysa Kur’an-i Kerim’de ortaya konan “dindarlık”, ayık olunduğu süre içinde, gün boyu, her türlü ferdi ilişkide canlı bir iman ve diri bir vicdanı gerektiren, hedef ve tetikte takvayı esas alan bir dindarlık söz konusuydu…
İktidara gelen Müslümanlarda, geleneksel fıkıh mirasından kalan “Daru’l-Harp” kavramına haiz bir muhafazakâr anlayış veya bilinç, başlangıçta Cumhuriyet ve onu egemen kılan iktidarları “meşru” görmediği için, devletle ilişkisinde bazı “haram”ları kendisine “mübah” görmüştü. Fakat iktidara yürümeye ve devleti ele geçirmeye başlayınca, İttihat ve Terakkicilerden daha çok “Devletçi” oldular.
Siyaseti “harp ve hile” olarak gören bu anlayış ya da bilinç, “Takiyye” yapmayı da meşru görerek, kendini siyasal ahlaka karşı ciddi düzeyde “kayıtsız” addetmeye başladı. Seküler devlet elitlerinin, muhafazakârlara karşı uygulamış olduğu “kurucu şiddet” veya işlemiş oldukları “aşağılanma”, muhafazakârlarda bir kısas ve rövanş, hınç ve kin, intikam ve öç duygusu yaratmaya neden oldu: Devleti ele geçirmek için, -şiddet hariç- her yol meşru görmeye başladılar.
Bu rövanş politikasını, demokratik seçimlerle iş başına gelmeyi başaran ve devlet gücünü ele geçiren muhafazakârlar, aradıkları “Lider”i buldukları için çok da mutlu oldular. Gelişen olaylar ve tarihten gelen hafıza, hikmetli bir “Devlet Adamı” yerine gönüllerde “Kahraman” yaratmayı doğurdu.
Yüzümüzü İslam coğrafyasına, Afrika’ya ve Doğu’ya çevirmemiz, “Sıfır Sorun”, “Stratejik Derinlik”, “Gönül Coğrafyamız”. Batı ile “Eşit Onura dayanan”, gibi söylemler, hakkaniyete, eşitliğe ve maslahata dayanan bu politikalar, doğruydu. Fakat sonu getirilmeyince, ters yönden tepmiş oluverdi.
Muhafazakârlık veya İslamcılığın iktisadi alandaki performansına gelince, kamu kaynaklarına ve hazineye, yani “Beytü’l-Mal”a karşı sıfır bir duyarlılığın egemen olduğunu söylemek, pek de yanlış olmayacak, aynı zamanda dürüstlüğün de bir gereği olarak görmekteyiz.
Osmanlı’da Vakıflar, değişik amaçlar için kurulmuş ve kullanılmıştır. Padişah ve vezirlerin, devlet mülkünü,-herkesin mülkü olarak görmedikleri için-, kendi yakınlarına, akrabalarına ve destekleyicilerine tahsis etmenin bir aracı halinde kullandıkları görülmektedir. Osmanlı veziri Sokullu Mehmet Paşa’nın (1505 -1579) 1500 parça gayrimenkulü olduğu rivayet edilir. Padişahların, kendilerini destekleyen tarikatlara, devlet mülklerini “Vakıf” üzerinden transfer ettiği bilinmeyen ve sır olan bir durum değildir. Vakıflar, doğuş gayelerinden büsbütün uzaklaştırılarak, kamudan çalınan malların meşrulaştırılması ve aklanması aracına dönüştürülmüştür.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında da devlet, en büyük mülkiyetin sahibiydi. Yöneticiler, bu mal ve mülkü, istedikleri gibi tasarruf etmeyi başardılar ya da satılmasını sağladılar. Muhafazakâr ve sağcı iktidarlar ve “İslamcılar” da aynı geleneği, ufak tefek faklarla sürdürdüler ne yazık ki… 1970-80’lerde yaşanan göç ile ortaya çıkan “Gecekondu” olayı, halkımızın da bu talana teşne olduğu görüldü.
İktidar Partisinin muhafazakâr tabanı, cumhuriyet döneminde görece ekonomik kaynaklardan uzakta tutulduğu için, oldukça yoksul kitlelerden oluşmaktaydı. İki binli yıllardan sonra devletin ele geçirilmesi- Cemaatle iş birliği halinde- tamamlandıktan sonra, devlet kaynakları, taraftarlara dağıtılmaya başlandı.
“Tüyü bitmemiş yetimin hakkı” edebiyatı dolaşımda olduğu halde; pratikte çoğunluğu, özellikle belediyeler, gözlerini kırpmadan “Kamu Malı”na el uzatmakta bir sakınca görmediler. Oysa eskiden “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” felsefesi egemendi Müslümanlarda… Ve “Hay’dan gelen, Hu’ya gider.” Yanlış bir anlayıştı. Oysa “Hayy” da “Hû” da Allah’tır. O da: “Emaneti ve idareyi, yani kamusal olan işleri ehline ve liyakatlisine verin” ve “Mallarınızı aranızda batıl ve haram yollarla yemeyin ve onu hâkim olanlara vermeyin” diye buyurur.
Geriye ve ileriye, doğaya ve içimize göz atıp, ruhumuzdaki mucize gücündeki sırdan güç alarak, çağdaş melankoliyi dize getirmek ve yaşama aşkımızı yeniden anlamlandırmak ve canlandırmak zorundayız.
Şakir Diclehan
Zatıalinizi İstanbul üniversitesinden(Karahan Hoca’nın asistanı olarak )bazen derslerimize iştirakinizden tanıyorum.1976-1980
Yazınızın he bir cümlesini onaylıyorum. Anlamak isteyen yöneticilerimize yerinde uyarılar.Selamlar, saygılar değerli hocam.