Türkiye’de batılılaşma (daha doğrusu Fransızlaşma) öncesi insanımızın ahlak ve kültüründe çözülme başladığını biliyoruz. Bunun manası, inanç ve ahlak değerlerinin davranış ve yaşayıştan uzaklaşmasıdır. Bir diğer ifade ile toplumun hayat tarzına ters bir yozlaşma ve yabancılaşmanın başlamasıdır.
Nirekim, bu nitelik ve ahlak kaybı, tüm sosyal, iktisadi ve siyasi sistemin değerlerin dışında gerçekleşmesine yol açmıştır. Bu durum, aslında temel dini ve ahlaki bilginin, siyasi ve iktisadi gelişmelerde rol oynayamaması sebebiyle, sembolik bir duruma inen inanç ve ahlakın, vicdanlarda kalarak, hayattan uzaklaşmasıdır.
Yabancılaşmanın kurumlaşması ve değerlerden kopuş
Meşrutiyet döneminin batı kural ve kurumlarının toplum üzerindeki baskısı, müslüman aydınların geçmişe dönük değerleri korumasının ötesinde, toplumda önemli bir hareket oluşturamaması, batılılaşma projesinin, pratik hayatı kontrol altına almasından kaynaklanmış olabilir. İttihat Terakki ihtilalinden sora, sıkıyönetim uygulaması, bunun işaretidir.
Cumhuriyet dönemi de Tanzimat ve Meşrutiyet dönemi gibi, Batı düşünce ve idari sistemini olduğu gibi uygulama çaba ve isteğiyle geçti. O dönemde İslami ve geleneksel değerlerin bile dillendirilmesine izin verilmedi. Hatta camilere çalgı koyulmak istenmesi ve ezanın türkçe okunmasına kadar varabilecek, aşırılıklarla yüz yüze kalındı.
Nitelik ve Ahlak kabının iç sebepleri:
Tarihçi Osman Turan’a göre Cumhuriyet döneminde 40 yılı dini eğitim yapılmaması, dini ve ahlakı öğrenme ve yaşama konusuna büyük etkiler yaptı. Halk, dinini, ahlakını ve geleneklerini muhafaza etme çabası içinde iken, müslüman entellektüeller, güçlü kültür ve tarih bilgisinden mahrum kalıp, aynı zamanda batılı sistem içinde kendilerinin sistem tarafından kabul edilmesine yönelik, siyafi ve kültürel tavizler verdiler. Hatta, dindar ve ahlaklı görünmrmeye gayret ettiler.
Bu durum, kimlik kaybına sebep oldu ve bazıları sistemi görünürde sahiplenirken, kendilerini değerlerinden uzakta buldular. Bazıları ise, düşünce ve inançlarını gizleyip, varlıklarını içten içe sürdürmeye çalıştılar. Cumhuriyet sonrası İslami kimlik, olumsuz ve baskıcı şartlar içerisinde eksik ve güçsüz bir şekilde varlığını sürdürdü. Böylece müslüman entellektüel, kendi fikri varlığını ve şahsiyetini çoğunlukla ortaya koyamadı.
Ta ki, maneviyatçı bir siyasi hareket ortaya çıkıncaya kadar. Fakat, batı’nın siyasi, sosyal ve hukuki kodları, İslami bir toplumla uzlaşmayacak kadar farklı ve değişik bir hayat anlayışına sahipti. Bu yüzden, müslüman kesimler; inanç ve ahlakları ile alakası olmayan bir sistemde, o sistemin inanç ve ahlaki yapısına alternatif getiremeden varlık mücadelerini sürdürmeye çalıştılar. Ama, bu yapı; korunmak ve yaşatılmak istenen değerleri korumaktan çok, bu değerleri yozlaştırıcı bir nitelik oluşturdu. Bu durum, batıcı sisteme bir alternatif getirmek yerine; onun anlayış ve sistemini haklılaştırma seviyesine getirdi.
Zaten, tarih boyunca, kendi kültür, inanç ve değerlerini yaşamayı beceremeyenlerin vardığı nokta; sisteme alternatif getirecek bilgi ve yaşama pratiklerini mevcut sistemle birleştirerek, bazı söylemler ile meşru bir tutum içinde olduklarını iddia etmek olmuştur. Aslında bu durum, sadece nitelik kaybını değil; aynı zamanda ahlaki özelliğin de kaybından kaynaklanmaktadır.
Prof. Dr. Sami Şener