Sosyal hayatımızı bir aysberge benzetecek olursak, bu buz dağının görünen kısmında, kadın ve töre cinayetleri, aldatmalar, hileli satışlar, adam kayırmalar, gençler arasında da gittikçe yaygınlaşmakta olan madde bağımlılığı vs. gibi daha pek çok olumsuz örneklerin bulunduğunu; içki, kumar, zina gibi maddî; kibir, iftira, israf, yalan, gıybet gibi psikolojik haramların işlendiğini ve gittikçe de yaygınlaştığını görürüz. Fakat aysbergin görünmeyen kısmındaki ahlakî çöküşün ve çürümenin toplumun kılcal damarlarına kadar girdiğini ve yaşanan bu tür olumsuzluklara da zemin hazırladığını nedense pek fazla önemsemeyiz. Bu durumun, alenen yaşanan ve görülen kötülüklere ve olumsuzluklara bakarak çok da önemli olmadığı söylenebilir; ancak şunu unutmamak gerekir ki her ciddî sorun, ilk adımla başlar ve gittikçe de büyür. Ne var ki sorunların büyümeden önlenesi gerektiğini çoğu kişi bilir, fakat bu bilgiyi bilinç haline dönüştüremediği için de uygulamaya bir türlü koyamaz.
Bu tür uygulamaya tıp dilinde “koruyucu hekimlik” deniliyor ve insanın hasta olmamasını amaçlıyor. Tıpkı sağlıktaki koruyucu hekimlik gibi, sosyal hayatta da insanın ahlaken yozlaşmasını ve çürümesini önleyecek koruyucu ilkelere ve kurallara ihtiyaç bulunuyor. Bu koruyucu ilkeler, Kur’an’da “takva” olarak açıklıyor; Mecelle’de ise “Def’i mefâsid, celb-i menâfiden evlâdır” sözüyle ifade ediliyor. Dolayısıyla su yüzüne çıkmadığı için küçük görülen, bu nedenle de üzerinde fazla durulmayan toplumdaki bu ahlakî çürümeyi, yansıtan birkaç örnekle açıklamak gerekiyor.
Bir adam, komşusundan bir miktar ödünç para alır. Parayı alırken de ödeyeceği zamanı söyler. Söylediği zaman gelir ve geçer, ama o adam aldığı parayı ödemez. Ödünç veren kimse de “ Galiba tedarik edemedi” diye düşünür, ona kendince bir süre tanır ve verdiği parayı hemen istemez. Düşündüğü sürenin üzerinden aylar değil, yıllar geçer, fakat adamdan hala ses seda yoktur. Ödünç veren adam, bir gün ödünç verdiği parayı ister, fakat o adam hiç oralı olmaz. Gayet pişkin bir eda ile “ Buna mı kaldın?!” der.
Annesi vefat etmiş olan biri, eşi ile birlikte evinde yalnız yaşayan babasını ziyarete gelir. Baba, oğlu ve gelininin ani gelişinden memnun olsa da, bir tedirginlik hisseder. Zira evin içi karışıktır ve tozludur. Bu nedenle eve çeki düzen vermek ister ve elektrik süpürgesiyle toz almaya da oturma odasından başlar. O sırada komşusu, kapının zilini çalar. Adamın oğlu kapıyı açar ve gelen komşuyu içeri alır. İçeri giren komşu, temizlik yapıldığı için açık olan kapılardan gelinin misafir odasında oturduğunu, kayınpederinin ise elektrik süpürgesiyle toz aldığını görür.
Yaşlı bir adam, bankaya gider ve sıranın kendine gelmesini bekler. Sıra kendine geldiğinde, banka memuresinin sol eliyle işlem yaptığını görür. Bundan hoşlanmaz, bu nedenle o memureye, “ Kızım, sol elini niye kullanıyorsun? Sağ elini kullansana!” der. Oda “Hacı amca! Biraz sonra sağ elimle senin faiz paranı vereceğim” der.
Henüz bir aylık evli doktor, eşinden boşanarak baba evine gelir. Babası lojmanda kalmaktadır. Lojman sakinlerinden biri, ona neden boşandığını sorar. O da “Doğacak çocuğumuz erkek olursa babamın, kız olursa annemin adını vereceğimi eşime söyledim, o da itiraz etti ve bana kendi anne-basının adının verilmesi gerektiğini söyledi. Anlaşamadık, boşandık” diye cevap verir. Bunu duyan bir başka komşu, diğer komşusuna bu konuşmayı anlatır ve “ Bu nasıl olur, böyle şey olur mu? “ deme ihtiyacı hisseder. O komşu da “ İnan! inan! benim torun doğduğunda, gelinim babasının adını, oğlum da benim adımı vermek istedi. Bir türlü anlaşamadılar. Ben de onlara ‘Ben adımın verilmesini istemiyorum, istediğiniz adı verin’ dedim, böylece kavganın büyümesini , daha da açıkçası boşanmalarını önledim” der.
İlahiyatta okuyan evli ve Diyanette görevli bir öğrenci, hocasına gelerek “ Hocam ! benim babam bize gelemez mi? Eşimle bir evde bulunamaz mı? diye sorar. Hocası da “ Niye soruyorsun?” der. Öğrenci, “Ben okulda iken babam eve telefon etmiş, “Kızım sizi özledim, yanınıza geleceğim ve birkaç gün kalacağım” demiş. Eşim de bunun üzerine “Baban bize gelecekmiş, babanla benim aynı evde olmam doğru olmadığı için annemlere gidiyorum” yazılı bir not bırakmış. “Bu doğru mu, babam bizde kalmaz mı? “der. Hocası da ona “ Sen o yazıyı doğru okumamışsın. O kağıtta, ben babanla birlikte olmak istemiyorum, baban bize gelmesin, şayet gelirse ben bu evden giderim, ya baban ya ben yazıyor” diye cevap vermiş. Öğrencisi “ Öyle yazmıyor hocam” dese de, hocası “ Evet öyle yazıyor” diyerek sözünde ısrar etmiş. Yaklaşık bir ay sonra o öğrenci hocasına gelerek “ Hocam eşimin sizin söylediğiniz gibi düşündüğünü nasıl anlasınız? Eşimin baba evine gittiğimde bana aynen sizin söylediklerinizi söyledi” der.
Bir hoca, öğrencisini kopya çekerken yakalar ve gereken işlemleri de yapar. İmtihandan sonra o öğrenci, bir arkadaşıyla hocasının yanına gelir. Yaptığı işin suç olduğunu söyleyip özür dileyeceği yerde “ Hocam biz kopya çekmedik, yardımlaştık. Allah Kur’an’da yardımlaşınız demiyor mu? “ dediğinde hoca adeta şoke olur. Kendini toplar ve öğrencisine, “ Dini ne kadar da yanlış anlamışsın! ‘ Allah iyilikte yardımlaşın, kötülükte yardımlaşmayın’ buyuruyor. Sen iyilikte değil, kötülükte yardımlaşıyorsun. Zira kopya iyilik değil, kötülük. Emek vermeden, hak etmeden kazanmak istiyorsun” der.
Pandemi döneminde yaşananlar ise daha da kötüdür. Şu itiraflar da bunu gözler önüne seriyor. Fizik Öğretmeni A.Ö: “Sınavlar, salgında online yapıldı. Mahalle, eş dost ve akraba baskısı oldu. Sınavdan önce İngilizce, matematik, edebiyat, fizik, kimya gibi temel derslerin branş öğretmenleri önceden ayarlandı. Farklı bilgisayarlardan, öğrencilerin yerine sınava girip, soruları çözdük. Bedavadan diploma aldılar. Çok utanıyorum.”
İngilizce Öğretmeni B.C: “En çok talep İngilizce’ye geldi. Öğrencilerin yerine sınava girdim. Sınav için 1 hafta süre verilip, online yapılması etkiledi. Çözülen sorular ve cevaplar internetten yayıldı. Çok sayıda öğretmen sınava girdi. Tek kelime İngilizce bilmeyenler, sınıf geçti. Vicdan azabı çekiyorum. ”
Matematik Öğretmeni A.K: “Öğrenciler, açık öğretim sınavların artık hep çevrimiçi yapılmasını bekliyor. Benim gibi birçok öğretmen, bu sahtekarlığa karıştı. Alın teriyle sınavı geçen öğrencilere, bu haksızlığı yapmamalıydık. Soru bile görmeden, okul bitirdiler. MEB, çevrimiçi sınav yapmasın.”
Bu olumsuz örnekler, toplumun genelini kapsamıyor olsa da gittikçe yaygınlaşma istidadı gösteriyor. Bu ve benzeri davranışların, dinî anlayışımız, geleneğimiz ve kültürümüzle uzaktan ve yakından bir ilişkisinin bulunmadığı biliniyor. Nasıl oldu da böyle bir duruma düştük veya düşürüldük? Gelenekten kopuk bu tür davranışların sorumlusu kim? Diye sormaya gerek yok. Zira bunun tek sorumlusu yok, nitekim başta aile olmak üzere yetersiz eğitim ve kapitalist sistem, söz konusu sorumlular arasında en dikkat çekenleri olarak görülüyor.
Sanayi devrimi ile birlikte oluşan ve gelişen bilim ve teknoloji medeniyetinin, zamanla endüstriyel ve finansal kapitalizme dönüşmesi ve dünyada yeni güç odağı haline gelmesi, sadece İslam âleminin değil, insanlığın da topyekûn travmasına sebep olduğu biliniyor. Öyle ki Batının asimilasyon ve eliminasyon yöntemleriyle kitleleri sömürmeye başlayan bu gücüne, finansal kapitalizmin gücü de eklenince, bu gücün daha da acımasız olduğu; “öznel” dünyamızı da yönetir hale geldiği, bunu da algı operasyonları yaparak başardığı, dolayısıyla bu ekonomik ve sosyal güç karşısında toplumların çaresiz kaldığı ve bu konuda henüz sadra şifa olacak bir çözümün bulunmadığı da görülüyor.
Buna ilaveten ailelerin, çocuklarıyla hayatı paylaşma yerine refahı paylaşmış olmaları da ciddî bir sorun oluşturuyor. Zira aileler, “Biz çile çektik evladımız çile çekmesin” düşüncesiyle sadece refahı paylaştıkları için, farkına varmadan çocuklarının “hedonist, konformatist ve egoist” olarak yetişmelerine zemin hazırlıyor. Bu nedenle yeni nesil, hayatı acısıyla tatlısıyla, varlığı ile yokluğu ile yaşamıyor, sadece refahı ve konforu yaşıyor; özgürlük ve özgüven adına sınırsız bir hürriyeti arzuluyor, fakat kuralsız, ilkesiz ve sınırsız bir özgürlüğün olmadığını/olamayacağını da bilmiyor, ya da bilmek istemiyor. Bu da onları daha çok yeme, içme; zengin olma, hava atma, eğlenme, tüketme, marka giyme gibi bir hayat anlayışına yönlendiriyor, dolayısıyla da tüketim ekonomisine dayalı bir hayat anlayışı, onlara daha cazip geliyor. Ne var ki bu durum, gençlerde sorumluluk bilincinin gelişmesine katkı yapmıyor olsa da, hayatı sorgulamalarına engel olmuyor, bilakis onları buna teşvik ediyor. Bu nedenle gençler, dinî kurallar ve yorumları da dahil her şeyi sorguluyor, yaptıkları ve yapacakları şeylerin nedenlerini ve niçinlerini öğrenmek istiyor.
Sorguladıklarından yeterli ve ikna edici cevaplar alamayınca da gençlerden önemli bir kesim, dinî kuralları ve gelenekleri, tercih ettikleri hayat tarzlarına ve hazlarına engel olarak görüyor, dolayısıyla dinden ve gelenekten uzaklaşmayı tercih ederek, ateist ve deist fikirlere daha yatkın hale geliyor. Aile bu konuda yetersiz kaldığı gibi, Doğan Cüceloğlu’ nun ifadesiyle “eğitim sistemimiz de malumat aktarma üzerine kurulduğu, bu nedenle de değerler bilinci ve karakter inşa eden bir sistem olmadığı için” bu tür temayülleri ve düşünceleri düzelteme ve doğru olanları zihinlere yerleştirmede de yetersiz kalıyor.
Böyle bir ortamda çocuklarımız ne yapsın? Eğitim, birinci derecede ailede, sonra sırasıyla okulda ve sosyal hayatta olması gerekirken; aile kurumu çöküyor, okul yetersiz kalıyor, toplum hayatında ahlak çürüyor, dolayısıyla çöken aile kurumu ve çürüyen ahlak karşısında sadece malumat aktaran okul, yeterli ve nitelikli değerler eğitimi yapamıyor. Zira okulda verilen bilgiler, çocuklarımızın hayatlarına doğrudan dokunmuyor ve ihtiyaçlarını karşılamıyor. Onlar da bu ihtiyaçlarını internetten ve sosyal medyadan karşılamaya çalışıyor. Dahası çocuklarımız, internetteki bilgilerin doğru olanları ile yanlış olanlarını fark edip ayırt edecek kriterlere ve bilince sahip olamadıkları için de elde ettiği her bilgiyi doğru sanıyor ve ona göre davranıyor. Dolayısıyla eğitim sistemimiz, çocuklarımızı meslek sahibi yapıyor, ama onlara yeterince ahlakî ve etik değerler veremiyor. Zira bilgi yüklemek ve aktarmakla arzu edilen ideale ve kaliteye ulaşılamıyor. Çünkü özümsenmemiş ve içselleştirilmemiş hiçbir bilginin yaşama şansı bulunmuyor. Nitekim atom bombasını atanlar da yapanlar da bilgili insanlardı. Ama onların sahip oldukları meslekî bilgiler, Hiroşima ve Nagasaki’ ye atom bombaları atmalarına ve on binlerce insanın ölümüne engel olamamıştı. Bu da çocuklarımıza, meslekî bilgilerden önce veya bu bilgiler ile birlikte iyi insan/erdemli insan olma bilgilerinin de verilmesini ve aşılanmasını gerekli kılıyor. Nitekim bu konuda ahî kültürü, bize bunun en güzel örneğini sunuyor.
Prof. Dr. Celal Kırca