İnsan onurunu yaralayan, saygısını, şerefini ve itibarını sarsan “iftira”, “Çamur at izi kalsın” anlayışına dayanır. Zira iftira, “Bir kimseye asılsız olarak suç, günah yahut kusur sayılan bir söz, davranış veya nitelik isnat etmek” demektir. Bu anlamın, Kur’an’daki karşılığı, “ifk” ve “ kazf” kavramlarıdır. Nitekim İfkin Kur’an’da “iftira, en kötü ve en çirkin yalan” , kazfin ise “muhsan olan bir kimseye zina ithamında bulunmak” anlamlarında kullanıldığı görülmektedir.
Yalan ise “doğruluğun karşıtı, bir konuda gerçeğe aykırı haber veya bilgi vermek, söz vâkıaya uygun olmamak” diye tanımlanır.[1] Kısaca yalan, hilaf-ı hakikat beyanda bulunmak, demektir. Nitekim Hz. Yusuf’u kuyuya attıkları halde kardeşlerinin, babaları Hz. Yakup’a “kurt yedi” demeleri, yalana bir örnektir. Zira burada gerçeğe aykırı bir ifade söz konusudur. Çünkü Hz. Yusuf’u kurt yemediği halde, “kurt yedi” demişlerdir.
Bu nedenle İslam, yalanın her çeşidini ve bunun bir parçası olan iftirayı yasaklar. Ancak iftira ile yalan arasında ince bir nüans farkı mevcuttur. O da her iftiranın bir yalan, ama her yalanın, bir iftira olmayışıdır.
Hz. Peygamber de iftira ile dedikodun aynı şey olmadığını, yapılan bir işi anlatmanın dedi kodu, olmayan bir şeyi söylemenin ise iftira olduğunu açıklar:
“ Gıybet nedir, bilir misiniz?”
– Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dediler. Hz. Peygamber:
– “Gıybet, din kardeşini hoşlanmadığı bir şey ile anmandır” buyurdu.
– Söylenen ayıp eğer o kardeşimde varsa, ne dersiniz?” diye soruldu.
– “Eğer söylediğin şey onda varsa gıybet ettin; yoksa, o zaman ona iftira ettin demektir” [2] hadisi bunu ifade etmektedir.
Kur’an, iftiranın sadece insanlara yapılmadığını, Allah Teâlâ’ya da yapıldığını açıklar:
“Allah’a yalan uydurarak iftira eden ve O’nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Şüphesiz ki o zalimler, kurtuluşa ermezler.”[3]
“Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Dilediği kimselerin, bunun dışındaki günahlarını ise bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa bilsin ki, büyük günah işleyerek O’na iftira etmiş olur.” [4]
“Bundan böyle gelişigüzel, yalan yanlış konuşarak ‘Bu haramdır, şu helaldir’ demeyin. Aksi takdirde uydurduğunuz yalanları Allah’a isnat eden iftiracılar olursunuz. Unutmayın ki, Allah’a yalan isnat eden iftiracılar amaçlarına ulaşamazlar”[5] ayetleri bunu ifade eder.
Bu ayetlerden anlaşılıyor ki Allah’a yalan isnat etmek, şirk koşmak, Allah tarafından konulan bir hüküm olmadığı halde “şu helal, şu haram” demek, Allah’a iftira etmekten başka bir anlam taşımamaktadır. Zira Allah Teâlâ , bu tür sözleri ve davranışları kendine yapılmış bir iftira olarak açıklamakta, böylece inananların bu tür hatalara düşmelerini önlemek istemektedir.
Ayrıca Allah Teâlâ, “Yine her kim küçük ya da büyük bir günah işler ve onu suçsuz birinin üzerine atarsa, iftira etmiş ve apaçık bir günaha girmiş olur”[6] ayeti ile de insanlara yapılan iftiradan söz etmekte; konunun önemini ve ciddiyetini anlatmak ve zihinlere yerleştirmek için de Hz. Peygamber’in eşi Hz. Aişe’ye yapılan iftirayı örnek olarak sunmaktadır:
“O uydurma haberi getirip iftira (ifk) atanlar, içinizden bir topluluktur. Onu kendiniz için bir şer sanmayın, bilakis o, sizin için hayırdır. İftirada bulunanlardan her birinin kazandığı günaha göre cezası vardır. Onlardan günahın en büyüğünü yüklenene de büyük bir azap vardır. İftirayı işittiğiniz zaman, mümin erkeklerin ve mümin kadınların, kendiliklerinden hüsn-ü zanda bulunup da: ‘Bu apaçık bir iftiradır’ demeleri gerekmez miydi?
Bir de dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki, bu şahitleri getiremediler, o halde onlar, Allah nezdinde, yalancıların da kendileridir. Eğer Allah`ın lütuf ve merhameti, dünyada ve ahirette üzerinizde olmasaydı, yaydığınız fitne yüzünden, size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.
Siz o iftirayı dilinize dolamıştınız. Hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığınız şeyi ağzınızla söylüyor ve onu önemsiz bir şey sanıyordunuz. Halbuki bu, Allah nezdinde büyük bir günahtır
O asılsız sözü duyduğunuz zaman: ‘Bunu konuşmak bize yakışmaz. Haşa! Bu büyük bir iftiradır’ demeniz gerekmez miydi?”[7] sözleriyle Allah Teâlâ, böyle bir iftira ile karşı karşıya kalan Müslümanların nasıl bir tutum ve davranış sergilenmesi gerektiğini, açık ve seçik bir üslupla ortaya koyar.
Hz. Peygamber de “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona hıyanet etmez, yalan söylemez ve yardımı terk etmez. Her Müslümanın, diğer Müslümana ırzı, malı ve kanı haramdır. Takva buradadır. Bir kimseye şer olarak Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter”[8] buyurarak, Müslümana yapılan her türlü maddî ve manevî saldırıların kötülüğüne; yalanın ve iftiranın ne kadar onur kırıcı bir davranış olduğuna dikkat çeker.
İftira, insanı itibarsızlaştırdığı ve onurunu zedelediği için ayrıca “kul hakkı”na dâhildir. Zira kul hakkı, sadece maddi alanlarla sınırlı değil, aynı zamanda manevî alanları da kapsamaktadır. Dolayısıyla iftira ve yalan başta olmak üzere dedikodu, tecessüs, su-i zan manevî haramlar arasında yer alır. Bu nedenle Kur’an, Müslümandan diğer maddi haramlar gibi manevî/psikolojik haramlardan da kaçınmasını/ takvayı emreder.[9]
Kul hakkının yanında bir de “ insan hakları” söz konusudur. Ancak kul hakkıyla, insan hakları, farklı anlam içeriklerine sahiptir ve arasında anlam birlikteliği yoktur. Zira “insan hakları”, bireye/özneye yönelik bir karaktere sahiptir; “kul hakkı” ise diğer insanlara karşı ahlakî ve hukukî sorumluluğu ifade eder. Nitekim insan haklarında, bireyin haklarını önceleme gayreti söz konusu olurken; kul hakkında başkasının hakkını ihlal etmeme anlayışı ve titizliği söz konusu olmaktadır. Dolayısıyla kul hakkı, insanın diğer insanlara karşı olan hakkını ve hukukunu ifade eden bir kavramdır.
“Kul hakkı” bilincine sahip Müslüman, insan hayatını, onurunu, malını ve neslini korumaya özen gösterir; sadece insanın bedenine değil, kişiliğine zarar veren/verecek bütün davranışlardan da uzak durur. Hayat hakkını ve kişi dokunulmazlığını, en temel insan hakkı sayar, bu nedenle de “Bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş gibi olur”[10] ayetini kendine rehber edinir. Dolayısıyla, bütün varlığı ile İslam’a teslim olmuş olan Müslüman, adam öldürmeyi, hırsızlığı, gasp etmeyi, aldatarak ve yalan söyleyerek mal satmayı, sahte para vermeyi, başkasının malına zarar vermeyi kul hakkı saydığı gibi, alay etmeyi, lakap takmayı, su-i zanda bulunmayı, tecessüs etmeyi, yalanı ve iftirayı da kul hakkı sayar. Bu nedenle Müslüman, Allah Teâlâ’nın , “Birbirinizin mallarını haksız yollardan yemeyin. İnsanların bir kısım mallarını günah olacak biçimde bile bile yemek için hakimlere peşkeş çekmeyin” [11] tavsiyesine uyar ve Hz. Peygamber’in “Ey insanlar, sizin canlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız, Rabbinize kavuşuncaya kadar birbirinize haramdır (dokunulmazdır)”[12] sözünü kendine rehber edinir. Çünkü Müslüman, Hz. Peygamber’in tanımıyla “dilinden ve elinden Müslümanların /insanların[13] emin olduğu kimsedir.” [14]
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Tanımlar, TDV İslam Ansiklopedisi’ den alınmıştır.
[2] Müslim, Birr 70.
[3] En’âm 6/21.
[4] Nisâ :4/ 48.
[5] Nahl,16/116.
[6] 4/Nisâ 4/ 112.
[7] Nûr,24/11-21.
[8] Tirmizî, Birr 18
[9] Hucurât,49/12.
[10] Maide,5/32.
[11] Bakara,2/188.
[12] Buhârî, Hacc, 132.
[13] Müsned, II, 224.
[14] Buhârî, Îman 4.