Alevî kesiminin önemli bir kısmı Osmanlı İmparatorluğuna ciddi şekilde husumet halindedir.
Bunun kaynakları nereye dayanır?
Anlatılanlara bakılırsa, Alevî isyanlarının bastırılmasında çok sayıda Alevî’nin öldürüldüğü kanaati vardır.
Peki, niye isyan?
Meşru bir devlete ayaklanan insan kusurlu olmayacak, bu isyanı meşru yollarla bastıran mı kusurlu sayılacak?
Alevîlerin siyasi tarih açısından ciddi açmazlarından birisi budur.
Hâlbuki, aynı Osmanlı, Hacı Bektaş-ı Velî’yi kendi askeri sisteminin omurgası olan Yeniçeri Ocağının Pîr’i kabul ederek bu askeri sistemi Bektaşi dergahına bağlamıştır. Burada asker bu manevi disiplin içerisinde yetişmiş ve seferlere çıkarken buralardan dualarla uğurlanmıştır. Bunun içindir ki, Osmanlı’ya “Alevî” diyenler bile olmuştur. Eski Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek, Bakanlığı döneminde bu kesimle temaslarının sonucu olarak kendisinde oluşan kanaati şöyle açıklar:
“Hatırlayın ki Osmanlı’nın ordusunun temeli Yeniçerilerdi. Devletin temeli ve padişahın muhafız gücü olan Yeniçerilerin Bektaşi olması, bize neyi söyler? Diyorum ki Osmanlı devletinin resmi din yolu Alevî-Bektaşilik idi… Ne zamana kadar mı? Selim Padişahın Şah İsmail’e ve Safeviliğe karşı bir Sünni set inşası ihtiyacını duymasına kadar. Zaten bilinir ki Yeniçerilerin resmi tarikatı Bektaşilik idi. Yeniçerilerin 94. alayında mürşit olarak bir Bektaşi Babası otururdu. O ölünce yeni “Baba” Hacıbektaş’tan gönderilirdi.” (1)
Bunu, bu alanın uzmanı ve Alevi kesimin büyük değer verdiği İrene Melikoff’ da özellikle anlatır ve o, daha çok, bu değişimin nasıl başladığının da üzerinde durur:
“Osmanlıların soyu, bilindiği gibi, Oğuzlardan gelmektedir. Kayı boyundandırlar. O sırada, Anadolu’da gelişen Bâtıni dervişlerin birçoğu aynı soydan gelmekteydiler. Örneğin, Çepniler, Kayılar gibi Oğuz soyundandırlar. İlk Sultanlar döneminde, Abdal dervişler ve Osmanlılar arasında sıkı bağlar vardı. XIV. ve XV. yüz yıllarda, ilk Osmanlı İmparatorluğu yapısında dört toplumsal sınıf vardı; Gaziyanı Rum, Ahıyanı Rum, Abdalanı Rum ve Bacıyanı Rum. / Büyük zaferler döneminde, Osmanlı ordusunda derviş olan gaziler de vardı. Bu dervişler, Abdal olan unvanlarına, Gazi unvanı eklemekten gurur duyarlardı. Böylece gazi olan Abdallar Trakya ve Balkanların fetihlerine iştirak etmişlerdir. Bunların arasında yukarda da işaret ettiğimiz gibi, Abdal Musa, Geyikli Baba, daha sonraları Gül Baba ve benzerlerini sayabiliriz. Hacı Bektaş’ın şöhretinın Osmanlılar arasında büyük olmasının sebebi budur. Çünkü Yeniçeri ordusu kurulduğu zaman, Yeniçeriler, Pirleri için Hacı Bektaş’ı seçtiler. Sultan Orhan’ın kardeşi Ali Paşa, meşayıh yolunu tutmuş, derviş olmuştur. Kardeşine, Yeniçeri ordusunun himayesi için Horasanlı Hacı Bektaş’ı tavsiye etmiştir. Bu himaye ancak manevi olabilirdi, çünkü Hacı Bektaş, ananeye göre, 1271 yılı civarında vefat etmiştir. Bu, Osmanlı Sultanlarının Bektaşi tarikatına olan teveccühünü kanıtlamaktadır. Bu teveccühün sayesinde, İmparatorluğun ilk yıllarında, Bektaşi tarikatının üstün bir yeri olduğu görülmektedir. Bektaşilerin şöhreti ve başarıları, Osmanlıların desteklerinden geldi. Onların sayesinde, Bektaşilik en önemli halk tarikatı oldu. Tabii olarak, o zaman Şii ve aşırı Şii inançlar henüz Bektaşilik öğretisine girmemişlerdi. Bu aykırı inançlarla daha sonra Bektaşiliğin içine Hurufîlik sokulduğu zaman ve özellikle, ilk Safavilerin, örneğin Cüneyd, Haydar ve Şah İsmail propagandalarının sonucu ortaya çıktılar.(2)
Burada Yazar’ın çok önemli bir tespiti var. Zaten Osmanlı İmparatorluğu ile Alevî kesim arasındaki problem de burada başlıyor. Yazar; “O zaman Şii ve aşırı Şii inançlar henüz Bektaşilik öğretisine girmemişlerdi. Bu aykırı inançlar, daha sonra, Bektaşiliğin içine Hurufîlik sokulduğu zaman ve özellikle, ilk Safavilerin, örneğin Cüneyd, Haydar ve Şah İsmail propagandalarının sonucu ortaya çıktılar”, diyor. Bunun anlamı nedir? Aslında bu soruya sağduyu ile cevap verildiği zaman mesele daha net bir şekilde anlaşılacaktır.
Peki, gerçekten Yavuz Sultan Selim 40 Bin Alevî’yi ortadan kaldırdı mı?
“Tarihi bir türlü siyasetten ayrı ele almayı beceremiyoruz. Tarih, siyasetin yakasından düşmediği sürece de, kafalarımızdaki savaş ve karanlık devam edecek gibi görünüyor. Neden mi söylüyorum bunları?
Burada özellikle belirtmek istiyorum ki, Yavuz’un birinci sorunu, bir inanç olarak Alevîlik değil, Fransız tarihçi Jean-Louis Bacque-Grammont’un akıl dolu deyişiyle, Safevi Devleti’nin Anadolu’daki Alevîleri ‘beşinci kol’, yani istihbarat unsuru olarak, daha da önemlisi, devleti yıkacak tertipler içine girecek potansiyel bir işbirlikçi güç olarak kullanmaya kalkmasıydı. Şah İsmail’in gerçek niyetinin Osmanlı’yı Şiî bir devlete dönüştürerek bir darbede başına geçmek olduğuna ve bu uğurda çalıştığına dair güçlü kanıtlar bulunuyor. Nitekim 1511 Nisan-Temmuz aylarında Bursa’dan Antalya ve Kayseri’ye kadar yayılan, Anadolu’nun büyük bölümünün yakılıp yıkılmasına ve 50 bin inşanın ölümüne yol açan Şahkulu isyanı da gerçek bir ders olmuştur Yavuz’a.
Anadolu’daki Alevîler ya İran’a göç edip Şah İsmail’in saflarına katılıyor veya muhtemel bir Anadolu seferinde ona destek vereceklerine dair işaretler veriyorlardı. Osmanlı Devleti’nin 1402’de içine yuvarlandığı fetret devri yeniden yaşanacak mıydı? Bu soru, 112 yıldır hiç bu kadar sarsıcı olmamıştı.
Bunun üzerine Yavuz, hem İran’a insan kaynağı sağlayan göçü önlemek, hem de Safeviler üzerine düzenleyeceği seferde arkasını sağlama almak için Mustafa Akdağ’ın deyişiyle, “Şah İsmail’e bağlılıkları, sadece dinî bir inanç olma çizgisini aşarak, para yardımı, asker olarak gidip ordusuna katılma, Kızılbaşlık propagandası yapmak ve şaha casusluk etmek gibi yollarla hizmet ettikleri sabit olanlar hakkında kovuşturma başlattı.”.
Bu kovuşturmanın bir tür fişlemeye dönüştüğünü biliyoruz. Tutulan defterlere yukarıdaki eylemlere karışmış 40 bin Kızılbaş’ın adının geçirildiğini, bunların tutuklanıp sorguya çekildiklerini biliyoruz. Suçlu bulunanlar elbette idam veya hapisle cezalandırılmıştır. Ancak bu kovuşturma sonunda ne kadarının idam edildiğini, ne kadarının hapse atıldığını veya sürgüne gönderilip serbest bırakıldığını bilmiyoruz.
İşte o 40 bin kişi, bu kovuşturma maksadıyla fişlenen ve yakalanan casuslar, düşmana yardım ve yataklık yapanlar, daha önce Şah İsmail’in ordusunda savaşmış olanlar, propagandasını yapanlardı. Ve hepsinin öldürüldüğüne dair en ufak bir kanıt olmadığını ben değil, yine Bacque-Grammont söylüyor:
“Göründüğü kadarıyla, bu “büyücü avı”, özellikle olaylara bulaşan tımar sahiplerini yerlerinden atmak ve bilinen elebaşıları öldürmekten ibaret kaldı. 1513 ya da 1514’te olan 40.000 sapkının kırılması efsanesinin destekleyen hiçbir kanıt yok elimizde; sayılar karşısında doğulu baş dönmesiyle alabildiğine damgalı görünüyor bu.” (3)
40 bin aileyi, yani ortalama 200 bin nüfusu ilgilendiren böylesine büyük çaplı bir ‘katliam’ın belgelere de bir şekilde yansıması gerekmiyor muydu? İşte Alevî kökenli olduğu bilinen tarihçi Mustafa Akdağ, “Yavuz Selim’in o zaman, Kızılbaş mezhepli 40 bin kişi öldürttüğü hakkında tarihlere geçmiş bir rivayet vardır… Ancak, biz bunu pek şişirilmiş bir sayı bulmaktayız. Çünkü bu Padişah devrine ait pek çok mahkeme defterleri hâlâ elimizdedir. Bunlar üzerinde yaptığımız araştırmalarda, bu çapta kitle idamlarına rastlayamadık. Eğer öyle kanlı bir olay geçseydi, bu defterlerde yer alması zorunlu idi.” sözleriyle bu balonu patlatıyor. (4) Düzeltiyorum: Tarih ne çekmişse siyasetten ve efsanelerden çekmiştir. (5)
Şimdi Bakın, Şah İsmail, kendisine destek verenlere nasıl davranıyor:
“İlginçtir; İkinci Bayezid zamanında, Safevîlerin propagandasına kanarak, Şah İsmail’in yanına geçen, Türkmen Alevîler orada, “Neden geldiniz?” diye sorulunca, mezhep yakınlığını ön plana çıkarmadan, “2. Bayezid çok iyi insandır, ama devlet idaresini vezirlerine bıraktı. Onların zulmünden kaçarak size geldik.” demişler, bu yüzden de pek itibar görmeyerek hatta Şah İsmail’in ihanetine uğrayıp imha edilmişlerdir.” (6)
Ve yine ilginçtir, Şah İsmail bir tarafta, kendisine iltihak edenleri imha ederken, öbür tarafta içeride bulduğu maşalarıyla iç ihtilalı teşvikten geri durmadı ve Şah Kulu adında bir Alevî liderini İmparatorluğun başına bela etti. Anadolu’nun İran hâkimiyetine geçme emeline hizmet eden bu hareket, binlerce insanın ölümüne sebep oldu.
Bunu İdris Bitlisî Yavuz Sultan Selim’e gönderdiği dilekçesinde daha açık bir şekilde dile getirir:
“Diyarbekir ki, İran memleketinin Fethinin kilidi ve Bayındırhan Sultanlarının payitahtıdır. Bir yıldır, Kızılbaş askerlerinin işgali altındadır ve 50 bin’den fazla insan öldürmüşlerdir.” (7)
Şah İsmail’in Diyarbakır’ı işgaline şahit olan dönemin bilgini, bunu Osmanlı Sarayı’na intikal ettirip tedbir alınmasını istemektedir. Şahkulu, çok güçlüydü. Şah İsmail, Anadolu’dan İran’a gidenleri Alevîlik olgusundan söz etmeyerek, Padişah’ın adamlarının kötü yönetiminden memnun olmadıkları için kendisine iltica ettiklerini söyledikleri için yok ederken, İran’dan kılık değiştirttiği insanları Anadolu’ya Şahkulu ordusuna gönderdi. Bunların isyanları Anadolu’yu perişan etti. Sonunda, Kütahya’ya kadar ilerleyen isyancılar, burada bastırıldı, Şahkulu 1511’de idam edildi.(8)
Bunlara bir ilave daha yapmanın faydası vardır diye inanıyorum:
“Şah Abbas, büyük bir hükümdardır ama gaddardır, kızdığı insanları kaynar sulara atıp haşlatarak öldürtmüştür. Abbas’ın kaddarlığını gösteren bir tablo aynı zamanda Safevi devletinde iktidarın hükümdar (Şah) elinde nasıl mutlak, sorgusuz sualsiz, sınırsız bir güç haline geldiğini gösterir.
Merkezi kurumlaşmanın ve Safevi devletinin gücünün zirvesine çıkması, aynı zamanda Kızılbaş aşiretlerinin gösterdiği tepkinin de zirveye çıkmasıdır. Bunun Abbas gibi bir Şah’ın zamanına tesadüf etmesi, aşiretler için büyük bir talihsizlik olmuştur. Bunun en kanlı örneği Tekelü aşiretinin toptan kılıçtan geçirilmesidir.
Safevi devletinin kuruluşunda büyük katkıları bulunan Anadolu Tekelü Türkmen aşireti, İran’da şahlarla ilk çatışan büyük aşiretlerden biridir. Şah İsmail’in oğlu Tahmasp zamanında Kızılbaşlar Bağdat‘ta isyan etmiş, kanla bastırılmıştır. Bunun ardından, Tahmasp kendisinin en büyük destekçilerinden biri olan Çoban Sultan Tekelü’yü öldürtmüş ve Tekelü aşiretine karşı genel bir katliam uygulatmıştır. Arkasından Şamlu aşireti aynı akıbete maruz kalmıştır.
Abbas zamanında aynı şiddet politikaları sürdürülmüş, Tekelü Aşiretinden Cafer Bey isyan edip yenilince katliamdan kurtulmak için yandaşlarıyla birlikte Hindistan’a giderek Ekber Şah’ın hizmetine girmiştir. Bu olaylar üzerine Abbas, Szuppe’nin deyimiyle “İyi planlanmış ve iyi icra edilmiş bir katliam düzenlettirerek, “Tekelü Aşiretinden herkesin görüldüğü yerde öldürülmesini” emretmiş ve Tekelülerin çoğunun ikamet ettiği Hamedan eyaletinin Valisi Çegani bir emri yerine getirerek Tekelü aşiretini” temizlemiştir. (9)
Şah Abbas, “Osmanlılarla işbirliği yaptığı için” Kızılbaş Karacadağ valisi Şahverdi Han’ı öldürtmüş, “Karacadağlu” sufilerinin kılıçtan geçirilmesini emretmiştir. Bu emri yerine getiren de Rumlu Türkmen aşiretinden “Halife-ul hulefa” makamındaki Muhammed Kutlu Hulefay-ı Rumlu’dur. Safevi devleti Kızılbaş Türkmenlere Osmanlı’dan daha gaddar davrdanmıştır. Demek ki, sorun mezhep sorunu değil, göçebe hayat tarzıyla yerleşik kurumların çatışmasıdır. (10)
Taha Akyol, bu bölümün başlığını “Kızılbaşlara Şii zulmü” olarak koymuştur. Bu olay, bizdeki Alevîlerin Osmanlı’ya bakışlarını değiştirir mi? Onu bilemiyoruz. Bilinen o ki, Şah İsmail’le başlayan Osmanlı’ya saldırı anlayışı bizim Alevî kesimimizde de acımasız bir şekilde devam ettirilmiştir. Bugün böyle bir tavrın geldiği sonucu günümüzün diliyle, günümüzün Alevî kesim’e daha bir sempatiyle bakan bir yazarına; Hadi Uluergin’e bırakalım:
“Sözel kültürden inen Alevîliği “Şalvarı şaltak Osmanlı / Eğeri kaltak Osmanlı / Ekende yoğ, biçende yoğ / Yiyende ortak Osmanlı” diyen türküyle özdeşleştirdiğimiz takdirde, Anadolu “şia”nın “statükoya isyan” temeli üzerinde yükseldiği sonucuna varırız. Dolayısıyla da, onu derhal “ilerici” (!), hâttâ “solcu” (!) kategoride değerlendiririz. Üstelik, hayat tarzı ve ibadet yöntemi itibariyle Sünni İslâm’la kıyaslanmayacak oranda “liberal” yaklaşım sunduğundan, “seküler” ve “laik” kimliklerde de baş köşeye oturturuz. Bütün bunlar gerçeği yansıyor mu?
Sorunun cevabına gelmeden hemen önce şunu belirteyim ki, yukarıdaki “değerlendirme” esas olarak altmışlı yıllar başından itibaren geçerlilik kazandı.Türkiye’deki ilk Marksist veya “Marksizan” kitle partisi olan TİP’in kuruluşuyla birlikte haniyse bir “sosyoteolojik” veriye dönüştü. Hâlen de geçerliliğini koruyor. Oysa, Sivas ve Erzurum kongrelerindeki Alevî desteğine ve laik ideolojiye rağmen, Cumhuriyet yönetimin “şalvarı şaltak Osmanlı” (!) geleneğiyle köprüleri attığı söylenemez. Nitekim aynı Cumhuriyet’in seküler içerikle donattığı ve ana hatlarıyla bugün de varlığını sürdüren “resmi İslâm”ın (!) temel eksenini yine Sünni öğeler belirler. Yani, Cumhuriyet ilericiliğinin Alevî “ilericilik”e dayandığına dair tek emare yoktur.
Çünkü? Birinci çünkü şu ki, “ekende yoğ, biçende yoğ” diyen sözel kültür bir ezilmişlik dile getiriyor, ama aynı zamanda da “açılın kapılar Şah’a gidelim” çağrısını tekrarlıyor. O “şah” ise soyut simge değil imparatorluğumuza hasım İran’ın somut hükümdarıdır.Kabul, bugünün ufkundan baktığımızda, Hıdır Paşa’sı ve kuyucu kellesiyle “eğeri kaltak Osmanlı”nın Kızılbaş isyanlarını bastırma yöntemi bir katliam dizisi olarak gözükür.Oysa tarih görecelidir ve çağın konteksinde, Hıdır Paşa bir “meşru savunma”dır.”Şah’a gidelim” çağrısına karşı “devleti korumak” refleksinin en doğal tezahürüdür.İşte, özünde emperyal elitleri ve kaygıları devralan Cumhuriyet’in de Alevîliğe karşı uzun süre “ihtiyatla yaklaşması”, yukarıdaki “Şah’a gidelim” çağrısının kolektif hafızaya “düşürmüş olduğu kurt”tan bağımsız açıklanamaz ve değerlendirilemez.
İkinci “çünkü” ise başta sorduğum “Alevîlik ilerici mi” sorusuna da cevaplıyor. Müslümanlığı Şaman ve Zerdüşt öğelerle de harmanlayan Anadolu Alevîliği önce bir göçebe, sonra da bir köylü inancıdır. Bırakın şehirliliği, kasabalı; nahiyeli bile değildir. Ve göçer ve köylü ne kadar “ilerici”yse de, onunkisi o kadardır. Ne azı, ne çoğu var! Kentli ve Rumelili Bektaşiliği aynı kategoriye koyuyorum ki, bağları çok kopmuştur.İşte, Farisi-Şii yakınma içgüdüsüne bir de Hıdır Paşa metaforunun “mağduriyet” ruhu eklenince, hadi fanatik demeyeyim, ama Alevîlik çok ciddi bir dogmatizmi de içerir.Kerbelâ bandrolu bağlayıp “ölüm orucu”na yatmak veya mezhep ekseninde siyaset gütmek modern zamanların “ilericilik” ve “laiklik” kavramlarıyla hiçbir şekilde bağdaşmaz. Zaten, şehirli ve seküler Cumhuriyet modernleşmesinin de Alevîliğe mesafeli durması Sünni bağnazlıktan değil, göçer, köylü ve mezhepçi kültürleri aşmak azminden kaynaklanır.” (11)
Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak yarım asır boyunca Sünni Geleneğin kolunu kanadını budayan seküler devlet anlayışı, buna rağmen, ideolojisine yakın gördüğü Aleviliğin değirmenine su taşımadı. Bunun ana sebebi, bu kesimin güven veren bir duruş sergileyememesidir. Sünniliğe hiç ilgisi olmamasına rağmen, “Emevi İslam’ı” diye yafta takan bu kesim, tapma noktasına taşıdıkları Hz. Ali’nin de Arap menşeli olduğunu dikkate almamıştır. Sünni hiçbir âlim de “Alevilik Arap kültürüne hizmet etmektedir” diye bir iddiada bulunmamıştır!
Bugün devlet bu kesime el uzatmaktadır, ancak bu kemikleşmiş yargılarını aşamadıkları için mesafeli durmaktadırlar. İslam’ın menşeinde Allah ve Resulü vardır. Onun dışındakiler mürşit görülür ama tapınma noktasına taşınamaz. Alevilerin önemli bir kısmı, bu nüansı pek fark edemedi. Hala ülkede bir hak arama ve başkalıdır tavrı içindedirler. Bu da, bu toplumu kullanmak isteyen Marksist ve Ateist kesimin saplantısından doğmaktadır. Yakın ilgi gösterdikleri, aslında kendisi de Bektaşi olan İrene Melikof’un tespitlerini dikkatle okumak gerekir. Bir özeleştiri yaparak; ‘Nerede hata yapıyoruz?’ demek suretiyle kendilerini sorgulamadan Devletle problemli olmak, Aleviliğin geleceğini de olumsuzluğa sürüklemektedir. Alevilik bir din değil, bir mezhep de değildir. Giderek söz ve sazla ifadelendirilen folklorik bir öğeye dönüştürülmektedir. Şunu unutmamalıyız; etkin aidiyetimiz bir elmanın dilimleri gibidir. Sözü, uzatmadan Rahmetli Âşık Veysel’e bırakalım:
Yezit nedir, ne Kızılbaş,
Değil miyiz hep bir kardeş?
Bizi yakar bizim ateş,
Söndürmektir tek çaresi!
Ayrılık ateşine odun taşıyanlar günü gelir onun içerisinde kendilerini bulabilirler. Bizim insanımızın bu idrakle birliğe ihtiyacı vardır.
______________________________
1 Namık Kemal Zeybek Radikal Gazetesi, 16.01.2008
2 İrene Melikoff, Kızılbaş (Alevî) Bektaşi Bölünmesi ve Neticeleri, PSAKD sitesi
3 Bkz. Ed.: Robert Mantran, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, I, Cem Yay. 1995, s. 173
4 Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, 2, Tekin Yay., 1979, s. 154
5 Mustafa Armağan, 27.01. 2008 Zaman-Pazar
6 Ahmet Refik, Onaltıncı Asırda Rafizîlik ve Bektaşîlik s.27
7 Ahmet Akgündüz, Güneydoğu Meselesi ve Çözüm Yolları, OSAV Yayınları, İstanbul-1994, s.29.
8 Tacu’t Tevarih, C.2. S.162
9 Maria Szuppe, “The Sharaf al-din Oğli Tekelu” ed. Charles Milville, Safavied Persia sf. 95-96 bk. Taha Akyol, s. 104
10 Taha Akyol, Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet s. 103. Doğan Kitap Yayınları
11 Hadi Uluergin, Hürriyet Gazetesi, 08.07.2006 İstanbul-1999