Zihniyet, “bir toplumda o toplumu oluşturan fertlerdeki düşünme biçimi, yöntemi ve anlayışını” [1] ifade eder. Diğer bir deyişle “zihniyet, yerleşik düşünce kalıpları, değer yargıları, alışkanlıklar ve kültürel değerler gibi birçok değişkenin etkileşimiyle oluşan bir düşünme tarzıdır.” Bu düşünce tarzının temeline şayet “ ben” varsa ve etkiliyse, düşünce tarzı “ben merkezli”, “biz” varsa ve etkiliyse o zaman da “biz merkezli” olur. Ben merkezli düşünce ile biz merkezli düşünceyi nasıl anlayacağız? Birkaç örnekle açıklamak yerinde olacaktır.
Çeyrek asır veya daha önce yapılmış her hangi bir apartmana girdiğinizde, genellikle dış kapısı ile asansör kapısının ve merdiven boşluğunun boyasız ve bakımsız olduğunu; ama o apartmandaki dairelerden her hangi birinin kapısına geldiğinizde o kapının boyalı ve bakımlı olduğunu görürsünüz. Kapısı boyalı ve bakımlı olan dairelerin elbette ki içleri de boyalı ve bakımlı olacaktır. Neden apartman daireleri bakımlı da, merdiven boşluğu, asansör kapısı ile dış kapısı boyasız ve bakımsız? Bir başka bir ifade ile neden bana ait olan bakımlı , bize ait olan bakımsız?
Kişisel ilişkileri ve yoğun çabaları sayesinde üniversitesine 15 civarında fakülte ve kütüphane binaları kazandıran rektör, yapılan rektörlük seçiminde beklediği kadar oy alamadığını görünce, “ Bu üniversiteye şu kadar bina yaptırdım, kurumsallaştırmak için çaba gösterdim ve başarılı da oldum, oyum böyle olmamalı” demişti. Ben de ona “ Siz biz’ e yaptınız, bana yapmadınız da ondan” demiştim. Bana hayret ve merak eden bir bakışla “Ne demek istiyorsun?” deyince , ben de ona “ Siz bu üniversiteye hizmet ettiniz, gayretiniz, çabanız üniversite için oldu, yani “biz” e hizmet ettiniz. Ama bazı öğretim üyeleri, böyle düşünmedi, “Rektör bana ne verdi? diye düşündü; “biz” e yapılan hizmeti bana yapılan hizmet olarak görmedi ve oyunu ona göre kullandı, çünkü kimi insanlar, “ben” i önemsiyor ve önceliyor, fakat “ biz” i pek fazla da önemsemiyor” demiştim.
Yıllar önce bir yaz tatilinde ailecek Büyükada’ya gezmeye gidiyorduk. Vapurun üst katında bulunan büfeden içecek bir şeyler almak istemiştim. Vapurun gidiş istikametine göre büfenin solunda açık olan mekanın önünde ve ayakta ellerinde kola kutusu olan ve yüksek sesle konuşan üç-beş genç vardı. O esnada İçlerinden biri içtiği kola kutusunu denize attı. Kanepede oturan 1.60 boylarında ve 50 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir bayan ayağa kalkarak, kola kutusunu denize atan gence bir şeyler söyledi. Kadın Almanca konuşuyordu. Denize kola kutusunu atan o genç, yanındaki gence alaycı bir uslüpla “ Lan ne diyor bu kadın? “ diye sordu. O gencin verdiği cevaptan Almanya’da yaşadığı ve Türkiye’ye ziyaret için geldiği anlaşılıyordu. Soru soran gence, “Kola kutusunu denize niçin attığını soruyor?” dedi. Bu sefer kola kutusunu denize atan genç “Ona neymiş, atarım atmam, benim bileceğim iş, o ne karışıyor?” diye karşılık verdi. Gurbetçi genç onun bu sözünü o kadına tercüme etti. Bunun üzerine o Alman kadın, “ Deniz senin özel mülkün değil, hepimizin, bütün insanların ortak malı. Kirletmeye hakkın yok. Özel mülkün de olsa kirletmemelisin” dedi.
Aynı yıl Kadıköy- Üsküdar arasında çalışan bir minibüse bindim ve ortadaki koltuğa oturdum. Öğle vakti olduğu için minibüs hemen dolmamıştı. Belli aralıklarla gelen müşterilerden biri yanıma oturdu. Elinde bir kese kağıdı vardı. Oturur oturmaz kese kağıdının içinden aldığı ayçiçeği çekirdeğini çitlemeye ve minibüsün kapısı açık olduğu için de çekirdeğin kabuklarını yere atmaya başladı. Bir müddet bir şey dedim, sonra dayanamadım “Beyefendi çekirdeğin kabuğunu niye yere atıyorsunuz? Kese kağıdına koysanıza” dedim. Adam bana dönerek “ Sana ne, sen ne karışıyorsun” dedi. Ben de ona “yeri kirletiyorsunuz” dedim. Adam daha da öfkelenerek “Kirletirim kirletmem sana mı soracağım” diye karşılık verdi. Münakaşa uzadı. O zamana kadar bir şey söylemeyen müşterilerden bir bayan, o adama hitaben “Beyefendi doğru söylüyor, çekirdeğin kabuğunu yetere atmamalısınız” dedi. Bunun üzerine adam, “Peki hanımefendi” diyerek oturduğu yerden kalktı, yerdeki kabukları toplamaya başladı, sonra da yerine oturdu. Müşterek tepki karşısında, susmayı tercih ettiği anlaşılıyordu.
Bu örnekler bize, “ben/ ene” duygumuzun, enaniyetimizin, egomuzun ne kadar etkin olduğunu ve buna karşılık “biz “ anlayışımızın o kadar da etkin olmadığını gösteriyor. Zira bana ait olanlara bakıyor, kolluyor, gereken ne ise onu yapıyor, ama bize ait olanlara yeterince önem vermiyoruz. Bu nedenle sokaklarımız kirli, çevremiz çöplerle dolu. İç dünyamızın güzelliği nasıl dış dünyamıza yansıyorsa, çoraklığı da dışa yansıyor. Zira iç dünyaları çorak olanların, dış dünyaları da çorak oluyor. Çünkü insan, kendinde olanı veriyor, olmayanı veremiyor. Dolayısıyla iyi veya kötü sahip olduğumuz şeyler, zamanla zihin dünyamızı inşa ediyor ve zihniyetimizi oluşturuyor. Bu dedenle “ben” i hayatımızın merkezine koyuyor, tutum ve davranışlarımızı buna göre ayarlıyor ve bir türlü “biz” olamıyoruz.
“Biz” denince ne anlıyoruz? Biz kavramının içini ne ile ve nasıl dolduruyoruz? Ya da “biz” in içinde “ben” e nasıl bir konum tayin ediyoruz? “Biz” derken hangi aidiyetimizi kast ediyoruz? Ailemizi mi, köyümüzü mü, mahallemizi mi, tuttuğumuz takımı mı, partiyi mi, grubumuzu mu, okuduğumuz ve mezun olduğumuz okulumuzu mu, ülkemizi mi, mensup olduğumuz cemaatimizi mi, mezhebimizi mi, dinimizi mi, kısaca neyi kast ediyoruz?
Daha da önemlisi içerik olarak birbirinden çok farklı olan bu aidiyetlerimizi iç dünyamızda nasıl konumlandırıyoruz? Bir diğer ifade ile söz konusu aidiyetlerimizle ilgili alt kimliklerimizi, üst kimliğimiz olan insan ve Müslüman kimliklerimizle nasıl uzlaştırıyor ve dengeliyoruz? Yoksa körlerin fil tarifi gibi, diğer aidiyetlerimizi bir kenara bırakıp tek bir aidiyetimizi, bizi tanıtan tek kimlik olarak mı takdim ediyoruz? Ya da tercihlerimize göre öncelediğimiz alt kimliğimizi, üst kimliğimizin de tek belirleyicisi olarak mı görüyoruz?
Neden üst kimliğimiz olan insanı, ya da dinî kimliğimiz olan Müslüman’ı öncelemiyoruz/önceleyemiyoruz, daha alt kimliklerimizle kendimizi tanımlama ve tanıtma ihtiyacı hissediyoruz? Bu tanıtımlarda aidiyetlerimizi gösteren bazı simgelere ve formlara neden ihtiyaç hissediyoruz?
Bunun sebeplerini araştırmak, psikolojik ve sosyolojik izahlarını yapmak, elbette ki psikologlara ve sosyal bilimcilere düşüyor. Benim amacım, bir durum tespiti yaparak zihniyetimizin neden “ben” den “biz” e yeterince evrilemeyişini sorgulamak ve anlamaya çalışmaktır. Zira bir inanç ve bilgi objesi olan Kur’an, dinî kimlik açısından insanları mü’min, Müslim, kafir, münafık ve müşrik olarak tanımlıyor. O halde, neden bazı Müslümanlar, kendilerini mü’min veya Müslim üst kimliği ile değil de daha ziyade dinî alt kimlikleri ile tanımlamak ihtiyacı hissediyor ve bunu önceliyor?
Halbuki Allah Teâlâ, inanlara dinî aidiyetlerini ifade etmeleri için “Allah size Müslümanlar adını verdi” [2] demekte , bu nedenle Hz. Peygamber’e “Ben Müslümanların ilkiyim” [3] demesini öğütlemektedir. Bunula da yetinmemekte, mü’minlerin kardeş olduklarını ifade etmektedir.[4] Kur’an’daki bu tanımlamalara rağmen bazı Müslümanların, ayetten mülhem “ihvan” sözcüğünü kendi grupları, cemaatleri veya tarikatlarına tahsis ettikleri görülmekte ve yapılan böyle bir tahsisin, Müslüman bilincini ve kişiliğini ne kadar yansıttığının ve temsil ettiğinin farkında olmadıklarını da göstermektedir.
Bu nedenle Müslümanlar arasında “imanda kardeş” ve “hayırlı ümmet” olma bilinci, oluşamamakta, dolayısıyla da bu bilinç hayata gereği gibi yansıtılamamaktadır. Hayata yansıtıldığı zannedilen “Müslüman bilinci” ise, sadece “epistemik cemaat kültürü” nden ibaret kalmaktadır. Çünkü hiçbir “epistemik cemaat kültürü” veya dinî alt kimlikler, İslâm’ı tam olarak kapsamamaktadır. Zira alt kimlikler, Müslüman üst kimliği karşısında sadece bir parçayı ifade etmekte; bu parça da bütünü kapsayıcı olamamaktadır. Bu nedenledir ki İslâm alemi, “cemaatçi toplum yapısı” ndan “cemiyetçi toplum yapısı” na geçişin, ya da geçemeyişin sancılarını ve sorunlarını yaşamaya devam etmekte; bu nedenle de “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin ”[5] ayeti ile verilen mesaja bir türlü ulaşamamaktadır. Nitekim Kur’an’ın yakılması ve benzeri diğer olaylara karşında İslâm aleminin mevcut durumu, Müslümanların hal-i pür melalini açık ve seçik olarak gözler önüne sermekte, bu da Mehmet Akif’in yüz yıl önceki feryatlarında ne kadar haklı olduğunu ve o dönemden bugüne kadar geçen süre içinde bazı olumlu gelişmeler olsa da,“tefrika”ya dair sadra şifa olabilecek ciddî ve önemli gelişmelerin olmadığını göstermektedir. Bu nedenle Müslümanlar olarak her birimizin, ben anlayışından biz anlayışına evrilen bir zihniyet değişimine ihtiyacı olduğu unutulmamalıdır.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] TDK Türkçe Lügat, Ankara 2005,s.2237.
[2] Hacc, 22/78.
[3] En’am, 6/163.
[4] Hucurât, 49/10
[5] Al-i İmran, 3/103.
Yine hayat ilkesi olacak bir yazı yazmışsınız.
Ben’den, Biz’e geçsek dünya daha bir güzel olacak ama maalesef gittikçe bencilleşen bir toplum oluşuyor.