“Takdirsiz tenkidin, tenkitsiz takdirin bir değeri yoktur” ilkesi, her çağ için geçerli bir kuraldır. Zira sadece bardağın boş tarafını görüp de dolu tarafını görmemezlikten gelmek, tenkitten amacın “üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek” olduğu anlaşılır. Bu davranış tarzı, günümüzde olduğu kadar, geçmişte de mevcuttu, belki daha da fazla etkinliğe sahipti. Bu nedenle hem geçmişteki tenkit zihniyetine örnek olması, hem de günümüzdeki tenkit anlayışıyla mukayese etme imkanı vermesi açısından Fahrettin Razî (ö. 606/1209)’nin çağdaşı olan tabip, filozof ve çok yönlü bir bilim insanı Abdüllâtif Bağdâdî (ö.629/1231)’nin Bursa Hüseyin Çelebi Kütüphanesi 823’de kayıtlı risalelerin içinde yer alan ve “Îhlas Sûresinin Tefsiri Konusunda Reyli İbn Hatib’in Durumu Hakkında Yusuf b. Abdillatifin Görüşü” başlılığını taşıyan risalesi, geleneksel tenkit kültürümüzü yansıtması açısından kayda değer bir niteliğe sahiptir.
Bağdadî’ ye göre; Râzî’nin eserlerinde bütünlük yoktur, eserleri rasgele bilgilerle doludur ve konular birbirine girmiş, girift bir görünüm arz etmektedir. Râzî, kendisinden önceki bilim adamlarının yolundan gitmemiş; onların takip ettiği metodu da terk etmiş ve eski köye yeni adet getirmiştir. Dolayısıyla Razî, eserlerindeki muhteva ile okuyucularını şüpheye düşürmüş ve yorumlarıyla da bu şüpheleri artırmıştır.
Ona göre Râzî, yorumlarını büyük ölçüde akla dayalı olarak yapmakta, ayetlere değişik açılardan yaklaşarak muhtemel anlamları tek tek sıralamaktadır. Dolayısıyla bir âyete, yerine göre iki, üç, beş hatta daha fazla anlamlar vermekte ve yeni anlamlar yüklemektedir. Bağdadî’ye göre bu yanlış bir metottur. Bu nedenle, Râzî’yi meşhur Arap edibi el-Asma’î’nin bir olayı ile iğnelemektedir. Asma’î, bir gün yolda şiir tahlilleri yapan bir adama rastlar. Adam, okuduğu şiirleri öylesine yanlış ve hatalı yorumlamaktadır ki, Asma’î dayanamaz ve o adama bir daha şiir tahlil etmemesini söyler. Bir başka gün Asma’î yine aynı adama rastlar, fakat o adam bu sefer de bir ayeti yorumlamaktadır. Bunun üzerine Asma’î o adama, “Aman aman Kur’ân’ı bırak, şiir tahlillerine devam et,” der. Dolayısıyla Bağdadî, Râzî’yi şiir tahlilleri yapan o adama benzetmekte ve ondan Kur’ân tefsiri yapmamasını istemektedir.
Bağdadî, Râzî’yi tenkit ederken, onu bozguncu bir kişi olarak da görür, dolayısıyla halkı fikirleriyle bozduğunu; bunun karşısında kendisinin sessiz kalamayacağını zira bu konuda susmanın bidat olduğunu söyler. Ona göre alimlerin susması, cahiller için delil olmakta, dolayısıyla ifsat edici fikirler taraftar bulabilmektedir. Buna engel olmak için Bağdadî’nin uyguladığı strateji, Râzî’nin fikirlerini çürütme yerine onu kötüleyerek fikirlerini etkisiz hale getirme yönünde olmuştur Bir diğer ifade ile doğruyu veya yanlışı kişilerde arama anlayışını, Razi’ye de uygulamış, böylece onu kötüleyerek, bozguncu bir kişiden iyi ve güzel fikirlerin çıkamayacağını vurgulamak istemiştir. Bağdadî daha da ileri giderek, Razî’nin eserlerinde dil ve gramer yanlışlıklarının bulunduğunu; kullandığı dili, hiç bir alimin kullanmadığını ve kendisini beğenmiş, kibirli bir insan olduğunu söyler. Bu iddiasını delillendirmek için de Râzî’nin “Müfessirlerin çoğunluğu, doğru amaca ve sırat-ı mustakîme ulaşmaktan mahrum kalmışlardır. Akıllı kişi, konuların amaçlarını iyi düşünür ve görünürdeki amaçları iyi anlarsa, gerçeğin hiç de geçmiş müfessirlerin zannettikleri gibi olmadığını fark edecekler” sözünü nakleder ve bu sözünün ardından yazdığı “O zaman haksızlık eden kimseler, nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını anlayacaklardır” [1] âyetini de örnek olarak gösterir. Bağdâdî’ye göre bu ifadeler, kendisini beğenmişliğin bir göstergesidir. Zira tefsirde söz sahibi olan müfessirler, onun sayamayacağı kadar çoktur. Bu müfessirler ise iki kısma ayrılmışlardır.
Bunlardan birincisi, nakilcilerdir ki, bu müfessirler, işittiklerini nakletmişlerdir. Bunlar, Hz. Peygamber’den ve onun ashabından nakilde bulunmuşlardır. Bu nakil, bazen söz, bazen iş ve bazen de gördükleri bir şey olabilir. Kaldı ki Kur’ân onların diliyle inmiştir. Bu sebeple onlar, Kur’ân’ı en iyi ve en güzel anlayan insanlardır. Ayrıca Kur’ân’ın çoğu, özel olaylar üzerine inmiştir. Kur’ân’ın bir kısmı da sorulan sorulara bir cevaptır. Tefsir yapabilmek için bu konularda söylenen şeylerin bilinmesi gerekmektedir. Bu nedenle de bunları nakleden müfessirlerin yolundan gitmek zorunluluğu vardır. Çünkü başta sünnet olmak üzere, içma ve içtihatlar, onlar vasıtasıyla bize kadar ulaşmıştır. Hatta cahiliye şiiri bile onların aracılığı ile elde edilmiştir. Üstelik tabiîn ve tebeu’t tabiin de sahabeye güven duymuş ve bütün söylediklerini kabul etmiştir. Hatta nakil yoluyla, cahil olanlarının sözlerini bile bize kadar ulaştırmışlardır.
İkinci kısım müfessirler ise, fıkıhçılar, kelamcılar, sûfîler ve dilcilerdir. Bunların yaptıkları tefsirler, Bağdadîye göre doğru olan tefsirlerdir. Bu ön bilgiyi verdikten sonra Bağdadi, Râzî’ yi küçümser bir eda ile bu adamın eserlerinin ve tefsirlerinin, yukarda sayılan ekollerin hiç birine benzemediğini, hiç kimsenin uygulamadığı bir metodu tefsirine uyguladığını ve ona verilecek en iyi cevabın kendisini küçümsemek olacağını söyleyerek, “Şimdi bütün bunlar, yani geçmiş müfessirler doğru amaca ve sırat-ı müstakim’e ulaşamadılar da yalnız İbn Hatib mi ulaştı?” diye sorar. Neticede “İbn Hatib, kendini beğenmişlik ve kibir içinde olması sebebiyle mazur olsa da, halk bu vesvesecinin söylediklerini kabul etmekte mazur değildir”, der.[2]
Tenkit, ilmî gelişmenin ve düşünce üretmenin olmazsa olmaz şartlarından biridir ve belki de en önemlisidir. Bu nedenle dinî, edebî ve ilmî eserler başta olmak üzere her türlü fikir ve düşünce tenkide tabi tutulmuştur. Dolayısıyla her tenkit, aşırılıkları törpülemiş, eserlerin ve düşüncenin olgunlaşmasını sağlamıştır. Bununla birlikte yapılan her tenkitin, yeterli niteliğe sahip olmadığı; çoğu zaman usulsüzlük, yöntemsizlik, kıskançlık ve duygusallık sebebiyle olumsuz tenkitlerin yapıldığı da görülmektedir. Bilindiği gibi tenkit, “Bir insanı, bir eseri, bir konuyu, doğru ve yanlış yanlarını bulup göstermek ereği/amacı ile inceleme işi” [3]olarak tanımlanmaktadır. Bu tanım, elemeyi ve tefrik etmeyi gerektirmektedir. Elemek, doğru ile yanlışı birbirinden ayırmayı, tefrik ise, nüans farklılıklarını göstermeyi ifade eder. Bu da eleştirmenin, eleştirdiği konuda uzman ve amacının da doğru olmasını gerekli kılar. Zira bir antikanın değerini, ancak antikacı anlar. Dolayısıyla eleştiride yöntem, amaç ve üslup büyük önem arz eder. Bunu sağlayabilmek için de tenkitin tutarlı ve mantıklı olması gerekir. [4] Bu nedenle eserlere ve düşüncelere önyargı veya kalıp yargı ile yaklaşılmaması gerekmektedir. Zira gerçek bir eleştiride ön yargı, kalıp yargı ve hakaret yoktur, asla da olmamalıdır. Çünkü eleştirinin asıl amacı, “üzüm yemektir, bağcıyı dövmek değildir”. Bu nedenle “Takdirsiz tenkidin, tenkitsiz takdirin bir önemi ve değeri yoktur”.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Şuara 26-227
[2] Abdüllatif el-Bağdadi, Kavlü Li Abdi’l Latif b. Yusuf alâ Hali İbn Hati-bi’r-Reyyi fi Tefsirihî sûreti’l-İhlâs. Bursa Hüseyin Çelebi Kütüphanesi, KN.823, 34a-39a.
[3] Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İstanbul,1994, s.69.
[4]. Geniş bilgi için bkz.Yakup KARASOY Eleştiri Nedir, Bağa Destursuz Girenler Nasıl Eleştirilmelidir? Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 1 Yıl 2005, Cilt , Sayı 17, Sayfalar 11 – 13;Ali Budak, İslâmî Araştırmalarda Tenkit Adabı, Hadis Tetkikleri Dergisi, 2013, cilt: XI, sayı: 2, s. 93-107.