Kur’an, kendi ana misyonunu hayatın her alanında insanlara” hidayet/ yol gösterme/ kılavuzluk etme” olarak açıklar. Bu nedenle onun “hidayet” inin, sadece iman, ibadet, ahlak ve hukuk konularıyla sınırlı olmadığı, bilakis tarihî, siyasî, iktisadî, ilmî, kültürel vs. gibi alanları da kapsadığı görülür. Ne var ki onun bu yol göstericiliğinde insan aktif olduğu için, verilen bilgilerin onun tarafından hayata yansıtılmasında önemli ölçüde ihtiyaçlara ve sorunlara bağlı kalındığı, bu nedenle de bilgi bütünlüğünün korunamadığı, dolayısıyla hayatın geneline yönelik verilen bilgilerden yeterince istifade edilemediği anlaşılmaktadır. Bunun en canlı örneğini 6 Şubat depremi göstermiştir. Zira düz ovalardaki tarım arazilerine yapılan binalardan çoğunun, dağ yamaçlarına yapılan binalardan ise çok azının yıkıldığı görülmüştür. Yıkılmanın ana sebebi olarak da binaların sağlam zeminlere ve deprem şartlarına uygun yapılmamış olması gösterilmiştir. Bu yıkım, dağ yamaçlarındaki zeminlerin ovalardaki zeminlere göre daha sağlam olduğunu, dolayısıyla buralarda deprem şartlarına uygun olarak yapılan binaların yıkılmadığını gözler önüne sermiştir
Dağlar ile ilgi bu bilimsel verilerin yanında Kur’an’da da dağlarla ilgili dikkat çekici bazı bilgilerin de yer aldığı ve bu bilgilerin bilimsel bilgilerle bir uyum içinde olduğu görülmektedir. Bunlardan en dikkat çekeni “(Allah) Yeryüzünde, sizi sarsmasın diye sâbit dağlar yerleştirdi”[1] ayetidir. Bu ayetteki bilgiyi destekleyen diğer ayetler de şunlaradır
Yeryüzünü bir yatak (gibi) yapmadık mı? Dağları da kazıklar (gibi çakılı) yapmadık mı?”[2]
“ ( Allah), yeryüzünü döşeyip yaşamaya elverişli hale getirdi. Oradan suları çıkartıp otlakları meydana getirdi. Oraya sağlam durması için dağlar yerleştirdi.”[3]
Bu ayetlerde yer alan bilgilerdeki asıl amaç, Allah Teâlâ’nın varlığını, iradesini ve kudretini göstermek; diğer bir amaç da dağların yeryüzünde kazıklar gibi görev yaptığı ve üzerinde bulunanları sarsmadığı bilgisini vermektir. Daha açık bir ifade ile bu ayetler bize yeryüzünün sarsıcı bir yapıda olduğunu, ama dağlarla bunun dengelendiği mesajını vermektedir.
Bilimsel gelişmelerin, Kur’an’da yer alan bazı ayetlerin daha iyi anlaşılmasına katkı yaptığı bilinen bir gerçekliktir. Bu katkı sadece astronomi ve tıpta değil, jeolojide de söz konusudur. Nitekim “Yeryüzünde, sizi sarsmasın diye sâbit dağlar yerleştirdi” ayetini, çağımızdaki müfessirlerin, geçmiş çağlardaki müfessirlerden farklı olarak anlamaları ve yorumlamaları da bunu göstermektedir. Nitekim bilimlerin geçmişteki birikimleriyle çağımızdaki birikimlerinin bir olmadığı dikkate alındığında bu farkı, rahatlıkla anlayabilmekteyiz. Bu nedenledir ki Vahidüddin Hân, «Modern ilim, on üç asır bu realiteden uzak ve habersiz yaşadı. Fakat coğrafya sahasında yapılan yeni araştırmalar neticesinde bugün bu hakikat, denge kanunu (Isostasy) adı altında tespit edilmiş bulunmaktadır. Ve hâlâ modern ilim, bu kanunun esrarına nispetle çok gerilerde bulunmaktadır” [4] görüşünü ileri sürmüştür. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır da yeryüzündeki dağların kazıklar olarak vasıflandırılışını, jeoloji ve coğrafya ilmine ait gerçeklerden birisi olarak görür ve bu nedenle de dağların, yeryüzünün dengesi sağlayan titreme ve sallantıları önleyen bir unsur olduğunu söyler. [5] Ayrıca benzer görüşlere bazı bilim adalarının da sahip olduğu bilinmektedir.[6] Bu bilgileri, biliyor muyuz, biliyorsak ne kadarını biliyoruz ve hayatımıza ne ölçüde yansıtıyoruz, ya da yansıtmıyoruz?
Düz ovalara ve tarım arazilerine yapılan çok katlı binaların varlığı, bu bilgilerin – bilinse bile- bilinç haline getirilemediğini ve bu nedenle de hayata yeterince yansıtılmadığını gösteriyor. Nitekim söz konusu depremlerdeki yıkımlar da bunu ispatlıyor. Bundan da anlıyoruz ki başımıza gelen musibetlerin çoğu, kendi hatalarımız, bilgisizliğimiz ve vurdum duymazlığımız yüzündendir. Bu nedenle cüz’î irademizin ve sorumluluğumuzun gereğini yapmadığımız/yapamadığımız için başımıza gelen musibetlerin bize acı ve ıstıraptan başka bir şey getirmediğini de görüyoruz. Zira bu konuda Yüce Rabbimiz, bizi uyarmış ve şu bilgileri vermiştir:
“İnsan için kendi emeğinin karşılığından başka hiçbir şey yoktur”[7]
“İnsanların kendi elleriyle yaptıkları işler yüzünden karada, denizde fesat meydana gelmiştir. Sonunda Allah onlara (akıllarını başlarına) alıp doğru yola dönmeleri için yaptıklarının bir kısmının cezasını bu dünyada tattırmıştır”[8]
Bilin ki başınıza gelen her musibet sizin yaptıklarınız yüzündedir. Bununla birlikte Allah sizi birçok musibetten de korur”[9]
“Sonunda zerre kadar iyilik yapan kimse onun karşılığını görerek. Zerre kadar kötülük işleyen de onun cezasını çekecektir.”[10]
“Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız”[11] ayetlerini, şayet bilinçli Müslümanlar olarak kendimize rehber edinseydik, cüz’î irademizin bize yüklediği sorumluluklarımızın gereğini yapar veya bunun çabası içinde olurduk. Dolayısıyla kader dediğimiz tecelli, bizim için bu denli yıkıcı ve helak edici de olmazdı. Bu nedenle başımıza gelen musibetlerden, önce kendimizi sorumlu tutmamız, yaptığımız işleri doğru-dürüst yapıp yapmadığımızı sorgulamamız gerekiyor. Bu sorgulamadan sonra ancak sorumluluğumuzun gereğini yerine getirdiğimize dair bir kanaat elde etmiş isek şayet, işte o zaman kaderin rahatlatıcı kanatları altına sığınmaya bir hakkımızın olduğunu bilmemiz ve anlamamız icap ediyor. Çünkü Allah Teâlâ, bizden yapacağımız bütün işleri bilerek yapmamızı ve çaba göstermemizi, daha sonra da tevekkül etmemizi istiyor. [12] Nitekim Hz. Peygamber’in tavsiyesinin de bu yönde olduğu görülüyor. Devesini bağlamadan mı, yoksa bağladıktan sonra mı ? tevekkül etmesi gerektiğini soran bir şahsa “Deveni bağla sonra tevekkül et”[13] sözü, bunu ifade ediyor. Ama bunun gereğini yapıyor muyuz, yapıyorsak ne kadar yapıyoruz? Bu bilinmiyor, fakat bu konuda ciddî sorunlarımızın olduğu da biliniyor. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın kainata yerleştirdiği “sünnetullahı/ tabiî ve sosyal kanunları” öğrenmemiz ve bu kanunlara göre dinî, mimarî, sosyal, kültürel hayatımızı tanzim etmemiz gerekiyor ve bu tanzimi yaparken de “Bir toplum, kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah da o toplumu değiştirmez”[14] kuralını da asla unutmamamız icap ediyor.
Sonuç olarak sorumluluk mevkilerinde bulunan acaba kaç Müslüman bilim insanı, bürokrat ve yönetici, İslâm’ın sadece kırsal kesimlere hitap eden bir din olmadığını, aynı zamanda şehirlere de hitap eden bir din olduğunu, bu nedenle “Kur’an’dan ilham alarak” İslâm medeniyetinin estetik yönünü yansıtacak yeni şehirler kurmayı ve buna bağlı olarak da bir şehir kültürü oluşturmayı düşünüyor ve projeler üretiyor?
Prof. Dr. Celal Kırca
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
[1] Lokmân,31/10.
[2] Nebe,78/6-7.
[3] Nâzi’ât,79/32.
[4] Vahidüddin Hân, el-İslâmu Yetehaddâ, Beyrut 1970, s. 218.
[5] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1938, 7/5532.
[6] Hanefî Ahmed, et-Tefsîru’l-İlmî li Âyâtil-Kevniyye, Mısır, 1960, s. 381; Mustafa el- Merağî, Tefsiru’l Merağî, Merâgî, Beyrut 1974, 30/8.
[7] Necm,53/39.
[8] Rûm, 30/41.
[9] Şûrâ,42/30.
[10] Zilzâl, 99/7-8.
[11] Bakara,2/195.
[12] Al-i İmran,3/159.
[13] Tirmizî, Kıyamet, 60.
[14] Ra’d,13/11.
“Bu bilgileri, biliyor muyuz, biliyorsak ne kadarını biliyoruz ve hayatımıza ne ölçüde yansıtıyoruz, ya da yansıtmıyoruz?”
Can alıcı soru bu aslında.
Bilgi çağında her şeyi bilmemize rağmen, bildiklerimiz neden davranışlarımıza yansımıyor?
Kararlarımıza neden etki etmiyor?
Bu yüzden sonuç Celal Hoca’nın dediği gibi oluyor.
“Başımıza gelen musibetlerin çoğu, kendi hatalarımız, bilgisizliğimiz ve vurdum duymazlığımız yüzündendir. Bu nedenle cüz’î irademizin ve sorumluluğumuzun gereğini yapmadığımız/yapamadığımız için başımıza gelen musibetlerin bize acı ve ıstıraptan başka bir şey getirmediğini de görüyoruz.
İslamı tanımayan bir müslüman toplumu haline nasıl getirilik, bunuanlamak çok zor. Celal Hoca’nın dikkat çektiği “Dağ ve Deprem” ilişkisi, dinin hayatın bütününe bakışının b.ir açılımı olmasıdır. Çünkü din sadece ibadetten ibaret değildir. Zilzal Suresi, depremin dehşetini ortaya koyar. Ancak, laik kültür bu gerçeğe sırtını dönmüştür. Aslında bu alanda yazılması gereken çok öjnemli uyarılar vardır. Çünkü, Yüce Rabbimiz, taibat olaylarıyla toplumu uyardığını da söylemektedir. İyi bir yazı, eline sağlık aziz dostum.
Sünnetullahı göz önünde bulundurmayan ne bir şehir ne de bir toplum ayakta kalabilir. Kur’an’ın tabii ve sosyal kanunlara iliskin ayetleri açıkça ortadadır. Sayın Celal Kırca hocamız bu hususu, bu veciz yazısında güzelce ortaya koymuş. Mustefid olunması dileğiyle…