Kur’an-ı Kerim’in temel amacı, muhataplarını bilgilendirmek, onlara yol göstermek ve gösterdiği doğru yoldan ayrılmalarına da engel olmaktır. Bu nedenle onun muhtevası gaye; bu muhtevanın sunuş biçimi yani üslûbu da, o gayeye götüren bir vasıtadır. Bir başka deyişle Kur’an’da “Sanat sanat içindir” ilkesi yerine; “Sanat, gaye içindir” ilkesi hâkimdir. Bunu elde edebilmek için de Kur’an, Allah’ın mutlak ve sonsuz ilminden insanların anlayış ve kavrayış ufuklarına inerken; kıyamete kadar da gelip geçecek nesillerin, dil, ırk ve inanış farklılıklarına rağmen, onlara her asırda hitap edecek bir şekilde açık, net, çok yönlü ve çok sezişli bir ifâde ve üslûp ile de inmiş ve insanları, her çağda araştırmaya, düşünmeye sevk eden ve ilgi çekici çağrışımlarda bulunduran bir yapıya sahip olmuştur. Onun bu edebî üstünlüğü ve dolayısıyla gönüllere tesir etme, etkileme ve duygulandırma gücü, hiç bir kitaba nasip olmamıştır. Dolayısıyla Kur’an’ın ifâde ve üslûbunda lüzumsuz fazlalıklar yoktur. Söz ve mânâ tam bir uyum ve ahenk içindedir. Lafzını, hem zihin anlar hem de gönül. İfâde ve üslubundaki ahenk ve ölçü, insan ruhunu okşamaya, sarmaya ve kalbini titretmeye başlarken; zihin de, onun ince ve derin anlamlarını kavramaya ve anlamaya çalışır.
Mekke’de, sayıları az da olsa, edebiyatla meşgul olan şâirler ve edebiyatçılar bulunmaktaydı. Onları ve gelecekte onlar gibi düşünecek diğer kimseleri de, kendilerini güçlü gördükleri bu sahada âciz bırakmak ve gerçeği güzel bir biçimde onlara anlatmak gerekiyordu. Bunun için de Kur’ân, gücünü sadece muhtevada değil; dil, üslup ve ifâde de göstermiş ve insanlardan, yardımcılarını da çağırmak suretiyle, en küçük sûresine benzer bir sûre meydana getirmelerini istemiştir[1] Kur’ân’ın nazil olduğu o çağda bu meydan okuyuşa cevap veren olmadığı gibi, şu ana kadar da çıkan olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır. Zira onun bu üslûbu, edebî üstünlüğü ve edebî gücü, Arap edebiyatçılarını ve üstatlarını dehşete düşürmüş ve onların edebî dehâlarını ezip geçmiştir. Onlar, şayet bunu başaramamışlarsa, başka kim başarabilir? Nitekim Allah Teâlâ da başaramayacaklarını söylemektedir.
Hz. Peygamber, Kur’ân’ın bu edebî gücünü çok iyi değerlendirmiş ve her yerde Kur’ân okuyarak, insanları, İslam’a davet etmiştir. Kur’ân’ı dinleyen herkes, dost ve düşman bütün insanlar, dehşet ve hayrete düşmüş ve ruhlarında derin, sarsıntılar ve yıkımlar meydana gelmiştir. İslâm’ın en azılı düşmanlarından olan Velid b. Mugire bile, “Muhammed’ den öyle bir söz işittim ki, bu bir insan sözü değil, cin sözü hiç değil, son derece hoş ve fevkalâde güzel” diyebilmiştir.
Cübeyr b. Mut’ım da henüz imân etmemişti. Hz. Peygamber’in okuduğu Kur’an’ı dinliyordu. Hz. Peygamber ise Tûr sûresini okuyordu. “Yoksa onlar, boşu boşuna mı yaratıldılar? Yahut yaratanlar kendileri mi?“[2] âyetine gelmişti ki Cübeyr’e :”Bu âyet kalbime öyle tesir etti ki”[3] sözünü söyletmişti. Nitekim,” Onlarla en büyük cihadı, Kur’ân’la yap” [4] emri, bu yöntemi ifade etmektedir. Buradaki cihat emri, savaş anlamında değil, Kur’an muhtevasını anlatma, yayma ve insanlara sunma cehdi ve gayreti anlamındadır. Zira ayette geçen “ bihi” zamiri ile işaret edilen savaş değil, Kur’an’dır.[5] Kaldı ki bu ayet Mekke’de nazil olmuştur. Savaş emri ise Medine’de gelmiştir. Bu nedenle bu ayet, Peygamberimize ve dolayısıyla bütün Müslümanlara, en büyük cihadın Kur’an’la yapılabileceğini anlatmaktadır.
Hz. Peygamber, Kur’an’la cihadı nasıl yapmıştır? Biz bugün nasıl yapmalıyız? Sorularının doğru cevabını bulmak zorundayız. Bunun da doğru cevabını Hz. Peygamber’in hayatından rahatlıkla öğrenebiliyoruz: O, Kur’an okuyarak, onu anlatarak ve onu yaşayarak en büyük cihadı yapmıştır. Bizim de yapmamız gereken öncelikle bududur. Bununla birlikte ana fikrini, ruhunu ve özünü Kur’ân’ dan alan edebî eserler ile birlikte ilmi eserlerle de cihat etmektir. Böyle bir cihat, şiirle olur, nesirle olur, romanla olur, hikâye ile olur, bilimsel eserlerle olur. Kısaca Kur’an muhtevasını her türlü araç ve gereçlerle sunmakla olur.
Kur’ân’ı- Kerim’in nüzulü sırasında, Hz. Peygambere ve Kur’ân’a inanmayan Câhiliye dönemi Arapları, Kur’ân’a şiir, Hz. Peygambere de şâir demişler; inanmamak için ne söylemek gerekiyorsa onu söylemekten de geri durmamışlardı. Kur’ân’daki eşsiz ahenk ve üslûbun etkisinde kalarak ona şiir diyenler, çok geçmeden onun bir şiir olmadığını anlamışlar ve başka ithamlara geçmişler; bu defa ona sihir demeye başlamışlardı.
Sebebi gizli, etkisi belli anlamında kullanılan sihirden onun tesir gücü kast ediliyorsa Kur’an, gerçekten sebebi gizli fakat etkisi açıkça belli bir sihirdir. O öyle bir sihirdir ki, insanı etkiler, inançlarını, alışkınlıklarını ve kısaca insanın ruh dünyâsını değiştirir. Onu okuyan veya dinleyen onun etkisinden kurtulamaz. O, akla tesir ettiği gibi kalbi de etkiler. Bu sebeple Kur’ân, sâdece akıl kitabı değil, aynı zamanda gönül ve duygu kitabıdır. Onu anlamadan okuyan veya dinleyen bile onun etkisinden kurtulamaz. O, gönüle öyle bir nüfuz eder ki, onu oradan söküp atmak imkânsızdır. Ancak Kur’ân, müşrik Arapların anladığı ve kastettiği anlamda sihir değildir. Hz. Peygamber de, onların anladıkları mânada sihirbaz değildir.
Kur’an-ı Kerim, bu anlayış ve iddialara şöyle cevap vermektedir: “Ey Muhammed, öğüt ver, Rabbinin nîmetiyle sen ne bir kâhinsin, ne de bir mecnun. Yoksa senin için şöyle mi diyorlar: Şâirdir, zamanın onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz. De ki: gözleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözlemekteyim.” [6]
“Onlara Allah’tan başka tanrı yoktur denildiği zaman, şüphesiz büyüklenirler. Mecnun bir şâir yüzünden tanrılarımızı mı bırakalım derlerdi.” [7]
“O şâir sözü değildir, ne az inanıyorsunuz. 0 kâhin sözü de değildir, ne az düşünüyorsunuz.” [8]
“Hayır o şâirdir dediler.” [9]
“Oysa biz Muhammed’e şiir’öğretmedik. Zâten ona böyle bir şey gerekmezdi de. Bu bir öğüt ve apaçık bir Kur’ândır.”[10]
“Çünkü şâirlere azgınlar uyar. Şâirlerin, her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve yapmadıklarını yaptık dediklerini görmez misin.”[11]
Edebiyatın bir türü olan şiire ve şâire Kur’ân’ın bakış açısı budur. Ancak Kur’ân’ın bu olumsuz bakış açısı, şâirlerin şiiri kötüye, çirkine, yalan ve yanlışa âlet ettikleri durumlara yöneliktir. Yoksa şiiri, Hak’ka götüren bir yol olarak kullanan şâirlere ve bu amaçla yazılmış şiirlere ne Kur’ân’ın, ne de Hz. Peygamberin olumsuz bir tavrı söz konusudur. Nitekim Hz. Peygamber’in, Hassan b. Sabit’i şâir olarak yanında muhafaza ettiği ve ona İslâm’ı anlatan şiirler yazmasını da emrettiği bilinmektedir. O da İslâm’ı ve İslâm’ın genel esaslarını anlatan, Resulullah’ı öğen ve küfrü yeren şiirler yazmıştır. “Kaside-i Bürde” şâiri bunun bir diğer örneğidir. Resulullah kendisine takdim edilen bu şiirden o kadar etkilenmiş ve o kadar duygulanmıştır ki, üzerinden hırkasını çıkartıp, kendisine bu şiiri takdim eden şâire vermiştir.
Resulullah, ayrıca “Beyan’da sihir vardır”[12] diyerek, edebî sözün tesir gücüne de işaret etmiş ve önemini belirtmiş; şu sözüyle de, muhtevası çirkin ve hiciv kokan söz ve şiirleri yasaklamıştır: “Yermek ve beyan, nifaktan iki şubedir.”[13] Bu hadis, insanları kınayıcı, yerici ve hicvedici sözler ile muhtevası çirkin diğer sözleri yasaklamaktadır. Nitekim Resulüllah, bir diğer sözünde, beyânın sadaka olduğunu ifade etmektedir.[14]
Bu da gösteriyor ki yasaklanan, doğru olmayan ve kötüye kullanılan şiir ve sözlerdir. Dolayısıyla tabiî güzelliklerin anlatılması ve şiir olarak da terennüm edilmesi, yasaklanmamaktadır. Bir Kaside-i Bürde’yi, bir Su Kasidesini, bir mevlidi, bir nât’ı veya bir Çanakkale şiiri ile Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirlerini nasıl yasaklayabiliriz? Bunlardaki muhteva güzelliğini ve ifâde gücünü nasıl görmezlikten gelebiliriz?
İmam Gazali, mûsikiyi bile değerlendirirken güfteye bakmakta, güftenin durumuna göre mûsiki hakkında görüş beyan etmektedir[15].Bu da şiirin önemini artırmaktadır. Hz. Peygamber, “Şiirde hikmet vardır”[16] buyurmaktadır. Şiirin hikmetli oluşu, onun hem anlamının, hem ifâdesinin güzel oluşundan kaynaklanmaktadır, İmam Şafiî de “Şiir bir sözdür, güzeli güzel, çirkini de çirkindir”[17]demektedir. İyiye, güzele, doğruya kullanıldığı sürece şiir faydalı; kullanılmadığı zaman da zararlıdır.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] İsra,17/88.
[2] Tur, 52/35-36.
[3] Buhari, Sahih, Tefsir, Tur Sûresi, İbn Kesir, Tefsir, Kahire,tarihsiz , 7/412.
[4] Furkan,25/52.
[5] Maverdî, en-Nüket ve’l Uyûn Beyrut 1992, 4/150.
[6]Tur,52/29-31
[7] Saffat, 37/35-36.
[8] Meariç, 70/41-42.
[9] Enbiya, 21/5.
[10] Yasin, 36/69.
[11] Şu’arâ, 26/224-226.
[12] Buhari, K.Nikah,47, Tıp, 51, Müslim, Cuma,47,
[13] Tirmizi, Bir, 87.
[14] Ahmet b.Hanbel, Müsnet, 5/154.
[15] Gazalî, İhyau Ulumi’d Din, Lübnan, tarihsiz, 11/270-273.
[16] Buhari, Edep, 90; Tirmizî, Edep, 69.
[17] Gazzalî, İhya, 11/273.
Celal Hocamız yine kitabın ortasından konuşmuş ve günümüz şartlarında cihadın farklı boyutlarına temas etmiş.
Kalemine sağlık.
“Hz. Peygamber Kur’an okuyarak, onu anlatarak ve onu yaşayarak en büyük cihadı yapmıştır. Bizim de yapmamız gereken öncelikle budur. Bununla birlikte ana fikrini, ruhunu ve özünü Kur’an’dan alan edebî eserler ile birlikte ilmi eserlerle de cihat etmektir. Böyle bir cihat, şiirle olur, nesirle olur, romanla olur, hikâye ile olur, bilimsel eserlerle olur. Kısaca Kur’an muhtevasını her türlü araç ve gereçlerle sunmakla olur.”