Birlikte Yaşama projesi, Avrupa merkezli bir konu olmasına rağmen; İslam medeniyeti, bu düşünceyi, pratiğe ilk defa geçiren bir kültür olmuştur. Medine Anayasası olarak tarihte uygulanan bu andlaşma; Yahudi, Hristiyan ve Mekke dinine mensup kişileri de içine alarak, onları siyasi manada bir “ümmet” olarak kabul etmişti. Ümmet, burada bir siyasi birliği ifade ediyordu.
Ayrılıkların kaynağı siyasi ve iktisadi doktrinler:
Rönesans ile birlikte, Avrupa’da doktrinler ve felsefeler çağının başladığını biliyoruz. Bu fikir ve siyasi akımların özelliği, belli grup, ideoloji veya ırk merkezli olup; daha çok iktisadi ve siyasi hakimiyete yönelik bir hareket olmalarıdır. Bu yüzden de, ayırımcı, dışlayıcı ve belli grup ve düşüncelerin, kendilerini hakim kılmaları yönünde bir gelişme göstermeleridir.
Batı düşünce ve ideolojilerini benimseyen ülkelerde de, aynı tarzı gelişme ve değişimler meydana gelerek; daha çok toplumları biraraya getirmek yerine, onlar arasındaki ayrılıkları derinleştirerek, buradan birtakım menfaat ve hedeflere ulaşmak metodu hakim olmuştur.
Özellikle, Türkiye; III. Selim ile başlayan ve II. Mahmud ile derinleşen Batılılaşma hareketlerinde, Batı’nın siyasi ve iktisadi sistemlerine, kendi kültür ve sosyal yapısı ile uyumunu dikkate almadan yöneldi. Bu durum, Cumhuriyet dönemine kadar böyle devam etti ve Cumhuriyet ile birlikte, Türkiye de, Batılı sistemin bir parçası haline geldi.
Yaklaşık yüzelli yıldır insanımız ve hatta entellektüellerimiz, Batı merkezli ve Batı’dan kaynaklı fikirler ile, toplumda hala mevcut dini-geleneksel kültür arasında bir uzlaştırma çabası içerisinde, kah kendisi; kah da batılı mantık ile bir “toplum inşa etme” sürecinde çelişkili bir sistemi hakim kılmaya çalışıyor.
Birlikte Yaşayarak, problemleri çözmek:
Birlikte yaşama, Batı’nın sömürge ülkelerinden gelen insanlar üzerinde bir sahiplenme çabası olarak ortaya çıkarken, bu tavrın, “çok kültürlülük” atılımının başarısızlığı ile 1990’da sona erdiğini söylemek mümkün.
Peki, ya; kendi kültürü içerisinde farklı gruplara ve siyasi görüşlere bölünmüş bir kargaşayı çözebilmek için, “birlikte yaşama projeis”ni uygulama imkanımız olamaz mı?
Batı’nın samimi veya göstermelik olarak ortaya attığı bu projenin, aynı dil, gelenek ve tarihe sahip, sun’i olarak farklılaşmış toplumsal grupları, biraraya getirip, çatışma olmaksızın birbirlerinin görüş ve düşüncelerine tahammül edici bir platformda buluşturabilmek mümkün değil mi?
Türkiye’de Batıcı siyasi ve iktisadi sistem sebebiyle, şimdiye kadar böyle bir formülü gerçekleştirme imkanı bulamamış olabiliriz. Fakat, aynı aile, akraba ve mahallede olan ve ortak sosyolojik özelliklere sahip toplum kesimlerini, siyasetin acımasız ve düşmanlaştırıcı söz ve davranışlarından kurtarabilmek mümkün olamaz mı?
Batıcı Siyaset; kendi iktidarını sürdürebilmek için, bazan toplumun önemli değerlerini kendi lehine kullanmak ve böylece, iktidarını sürekli hale getirmek için çalışırken; muhalif grupları, kendisine karşı bir cephe oluşturduğunun farkında olmaması mümkün görünmüyor.
Türkiye, özellikle bu son seçimde; siyasetin acımasız, ezberci ve bütün değerleri dışlayıcı mücadele taktiği ile karşılaştı. Birbirleriyle kültür ve sosyal hayatta aynı düşünen kesimler, siyasetin “çatışmacı mücadelesi” ile birbirlerine düşmanca davranmaya başladılar.
Hatta siyaset; dini, ahlakı, milliyet duygularını ve fikir sistemlerini bile kontrol eder hale gelerek, en büyük aidiyet faktörü haline geldi!.. Bu durum, bütün “değerlerin siyasileşmesi” demek oluyor ki, artık din ve ahlak bile, siyasetin amaçlarına göre bir şekil alma durumuna geliyor.
Batı’da Endüstri toplumu kavramı; din, ahlak, eğitim, aile ve kültür gibi kavramların; sadece Endüstriye hizmet edecek durumda olması şeklinde açıklanmıştı. Tek hakim güç, Endüstriydi. Şimdi de, tek hakim güç Siyaset oluyor. Halbuki siyaset, nötür bir kavram olup; kültür ve ahlakın niteliğine göre şekil alan bir sistemdir. Fakat siyaset; belli kişi ve grupların güdümünde işletildiğinde, yeni bir otorite ve kutsal makam haline gelerek, diğer değerleri de etkisiz hale getirebilmekte ve sanal bir kültür ve ahlak ile toplumları avutabilmektedir.
Prof. Dr. Sami Şener
Üstadımız zamanın ruhuna uygun ilham verici yazınızı keyifle okudum teşekkür ederim saygılarımla
Siyaset topluma faydalı olma , mümkün mertebe eşit paylasimi sağlama sanatıdır. .Bizdeki topal.
Selamunaleyküm.
Günümüzde siyaset, kaos oluşturmak ve bu kaosun arka planında istenilen hedeflere ulaşmak amacı taşıyan bir vakıadır. Örneğin 40 bin kişininin katili Öcalan ve onun uzantısı partinin lideri Demirtaş, sevimli, şirin, masum, hayran olunacak kişiler olarak algılanıyor. Türk milliyetçisi olan bir kesim bile bu duruma destek veriyor.
Müslümanlar, bilgili, binçli ve düşünebilen bir durumda değil. Benim inandığım siyaset şöyledir:
Hz. peygamberimiz, hamisi olan Ebu Talip vefat edince, tavsiye üzerinr Taif’te yaşayan güçlü bir kişinin himayesine girmek için onunla görüşmeye gider.
(Arap toplumunda, güçlü kişilerin himayesinde olanlara kimse zarar veremezdi.) Peygamberimizin himayesine girdiği kişiler Müslüman değildi.
Bu örnekten hareketle, Müslümanların inandıklarını özgürce yaşamaları için kendilerine en yakın siyasi yapıyı desteklemeleri gerekir. Yaşadığımız ülke; laik, demokratik, İslami esaslara uzak bir rejimle yönetiliyor. 80 yıldır, laiklik ve devrimler bahane edilerek Müslümanlara yeryüzünün en büyük zulümleri yapıldı. Her fırsatta İslami değerlere küfredildi ve bu böyle devam etmektedir.
Günümüzde 20 yıllık AKP iktidarında, Müslümanlar kimliklerini özgürce ortaya koyabilmekte, inançlarını daha özgürce yaşayabilmektedir. Ben bu durumu “himaye altına girmek olarak” düşünüyorum. Yönetenler; halka hizmet etmiş, etmemiş, çalmış çalmamış. Bu beni ilgilendirmiyor. Yanlış yapanlar Allah’a hesab verecektir. Çünkü rejim farklı. Neredeyse kamusal alanda bile başörtüsü yasaklanacaktı?
Allah’a emanet olunuz.