Yararlandığımız hocalar yanı sıra faydalanamadığımız öğretmenlerimiz de oldu. Hepsini teker teker anmanın okuyucuya bir faydası olacağını sanmıyorum. Ben derslere hakim bir talebeydim. Yüksek not almak da benim için doğaldı. Tabiidir ki bazı hatıralarım olmuştur. Bazılarını arzedeyim:
Ahmet Topaloğlu
Ahmet Topaloğlu, Peyami Safa’nın, görev vererek okunmasını istediği Fatih Harbiye romanını okumadığım için, kompozisyon dersinden bana talebelik hayatımın ilk ve son sıfırını veren hocamızdır. Ama o, en fazla faydalandığım hocamız oldu. Nihat Sami Banarlı’nın lise son sınıf edebiyat kitabını hazmetmeme vesile oldu. Bir dersinde, Edebiyat kitabından alınan bir parçayı sınıfta okurken, duygulanıp ağladığımı hatırlıyorum.
Selvinaz Söylemiş
Ağladığım gibi ağlattım da. 50. Mezuniyet yılı kutlama töreninde okul hatıraları da dile getirildiği için mezunlarımızdan Metin Yurdagür kardeşim, benden müşterek olarak yaşadığımız ve finaline benim çıktığım olayı anlatmamı istedi. Aslında hatıra bende de canlılığını koruyordu.
Son sınıftaydık. Sınıfça sevdiğimiz tarih hocamız Selvinaz Hanıma Anneler Günü hediyesi almak istedik. Samiha Ayverdi’nin ‘Edebî ve Manevî Dünyası İçinde Fatih’ isimli kitabını aldık. Arkadaşlar hediyenin takdimi için beni seçtiler. Hocamız sınıfa geldiğinde söz aldım ve şöyle dedim:
Hocam. Ben öksüzüm. Benim gibi bazı arkadaşlarım da öksüz. Anadolu’muzun bağrından kopup gelen arkadaşlarımızın bir kısmı da anne hasreti içinde buruk. Biz sizi annemiz gibi sevdik. Bu Anneler Günü’nde manevî çocuklarınız olarak sizinle teselli buluyoruz. Annemiz olarak hediyemizi kabul buyurursanız bizi mutlu edersiniz.
O kadar içten ve duygulu konuşmuştum ki neredeyse hıçkıracaktım. Bu durumda öğrenciler tarafından böylesine sevilen bir hocanın, annelik duyguları yüreğinde ve gözlerinde sağnaklaşmaz mı?
Hocamız hediyesini alırken yüreği gibi gözleri da dolmuş, ağlayarak aramızdan ayrılmıştı.
Rabbime Hamdolsun Duygulu Bir İnsanım
Görünüşümdeki sertliğin hilafına duygulu bir insanım. Heyecanlarımı çoğu defa gözlerimden akıtırım. Yukarıda değinmiştim. Bir edebiyat dersinde Mai ve Siyah romanından bir bölümü okurken gözyaşlarımı tutamamıştım.
Gönül tellerimi mızrablayan yakıcı bir iç ezanından sonra hutbeme başlarken gözyaşlarımı tutamazdım, kelimeler bir süre boğazımda düğümlenirdi. Bu son dönemde Emirgan Camii’nde sabah namazlarını kıldırdığımda Kur’ân okurken de gözyaşlarımla dostluğum devam ediyor.
Rabbim bizi duygu yoksunu kılmasın. Kalbî hassasiyetlerimizi artırsın.
Salahattin Akültan
Unutmadığım hocalardan biri de Milli Güvenlik Hocamız Albay S. Akültan’dı. Kendine özgü bir adamdı. Sınıfta, aslında dersler içeren fakat yarı müstehcen olan vecizeleri bolca kullanırdı.
İsmet İnönü, Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan hatıratının bir bölümünde Çankaya’daki içki sofrasına da değiniyordu. İnönü’nün, gece yarısından sonra alınacak devlet yönetimi ile ilgili kararların, geçersiz kabul edilmesine ilişkin görüşlerini açıklayan bölümünü S.Akültan hocaya gösterdiğimde, “Si.. bu pezev…” deyişi hâlâ kulaklarımda çınlamaktadır. Demek ki insan doğası, içki sofrasında karar alınması gibi yanlışlara tepki veriyor, tavır koyabiliyordu.
Şenay Özübek
Yaş ortalaması 18-20 olan bir sınıfa genç ve güzel, üstelik konuşması şiirsel olan bir hanımefendinin hoca olarak gönderilmesi tabii olabilir mi? İngilizce dersine gelen Şenay hanım böyleydi. Onun Londra’da radyolarda saat başı hırsızlık uyarısı yapıldığına ilişkin açıklaması hafızamda varlığını korumuştur. Bu sözleri ile teknolojik gelişmenin insanlık değerlerini üretmediğini mi ifade etmek istemiştir, bilemiyorum.
Salahattin Kaya
Sakin bir insandı. Arapçası iyi idi. Arapça derslerimizde metin okumalarında mütereddit olduğu noktalarda göz ucuyla beni takip ederdi. Ben de onaylamadığım görüşlerini sınıfta değil teneffüste kendisine açıklardım.
Bunu olumsuz anlamda anlatmıyorum.
Fazıl Tezey
Kalpleri yarıp içine bakmaya gücümüz yoksa da kişiler ifadelerinde iç dünyalarını yansıtırlar. Fizikçimiz Fazıl Bey hakkında bir yargıda bulunamamıştım. Bir derste arkadaşımız Ahmet Birdir Yüksek İslâm Enstitüsü mezunu falanca ağabeyimiz İsra-Mirac olayını aklî ve ilmî yöntemlerle açıklıyor deyince Fazıl bey, “Ağabeyin hata ediyor, İsra- Mirac mucizevî olaydır. Ona inanmak gerekir,” demez mi? Bir diğer derste Kur’ân’ın gerçek anlamda tercüme edilemeyeceğini beyanla şöyle bir örnek vermişti:
Fazıl Bey böyle bir adamdı. Materyalist veya deist olsaydı İmam-Hatip hocalığına yıllarca tahammül edemezdi, sanırım.
Subay Hocamız
İmam-Hatip Okulu’nda yanılmıyorsam son sınıftaydık. İnkılap Tarihi dersine gelen adını hatırlayamadığım subay hocamız konuşması sırasında şöyle dedi:
Asker hocamız muhtemelen aşağılama kasdı gütmeksizin bir espri yapmak istemiş olabilirdi. Okulu temsil konumunda bir talebe olduğum için arkadaşlar bir şey söylemeyecek misin dercesine bana bakınca söz alarak şöyle dedim:
“Hamakatı /Ahmaklığı” sözcüğü gerçekten ağır olmuştu. Hatırladıkça nasıl böyle bir cevap vermişim diyor, üzüntü duyar gibi oluyorum. Hoca yanılır da talebe yanılmaz mı?
Turgut Ulusoy
Turgut Hoca bize Felsefe’ye gelirdi. Felsefe’nin, hakikati akıl yoluyla aramak olduğunu bilirdim. Bir gün hocamıza biz “Hakikati İslâm’ın iman ve yaşam ölçülerinde” bulduğumuza göre “Bu dersin bize ne faydası var?” diye sormuştum. Bana derin derin baktı ve bakmakla yetindi.
Felsefe dedim de aklıma geldi. 1974 yılında Behçet Kemal Çağlar Lisesinde 15 günlük bir Felsefe grubu öğretmenliğim olacaktı.
Çıtayı Yükselttim
Yukarıda değinmiştim. Ortaokul mezunu özel arabalı vaiz olma amacım vardı. Doğal olarak çitayı yükselttim. Çünkü hedefimde Yüksek İslâm Enstitüsü vardı. Ama özel araba için de hazırlık yapılması gerekiyordu. Gerçi araba ufukta görünmüyordu ama ehliyet alabilirdim. 1966 da İmam Hatip öğrenciliğim başladığında bir ara ehliyet imtihanına başvurdum. Yazılı benim işimdi. Araba kullanımını da ağabeylerimden ve babamın çalıştırdığı kamyon şoförlerinden öğrendim. Bir girişte kazandım. İmtihan heyeti ehliyeti ne yapacaksın diye sorduklarında, arabamla camilere vaaz etmeye gideceğim, dedim.
Babacığımla Sözleşmem
Babacığım bütün çocuklarına şamil olmak üzere hoca olacak olanlara taşınmaz vererek yardımcı olacağını vaat etmişti. Ben hafız olmuştum. Babamın yaptırdığı camide imamlık yapıyordum. İmam Hatip lisesine girerek yolumu daha bir netleştirmiştim. Üstelik sırtımı babama sıvazlatıp Eminönü Yeni Cami kürsüsüne vaaza da çıkmıştım. Üstelik cemaatimdi. Vaazlarımı da dinliyordu. Babamın vaadini gerçekleştirme zamanı gelmişti.
Babam sert bir adamdı ama bana karşı dindarlığından kaynaklanan bir yumuşaklığı vardı. Ağabeylerime karşı çetindi. Bir gün yapma dediği halde kızım Emine’ye bağırınca öfkesinden simsiyah kesildi ama bana bir şey de medi. Anında bin pişman oldum. Gittim çoraplarını çı- ka-
rıp ayaklarını öptüm. Peygamberimizin mecazi bir anlam taşıdığını bildiğim “Cennet anaların ayağı altındadır” sözü sebebiyle annemi ilk müsait yere oturtur ayaklarının altını öperdim. Babamla diyaloğumuz iyiydi.
Bir gün baba oğul ahengi içinde kendisine şöyle dedim.
– Babacığım, benim amacım ciddi bir İslâm alimi olmak ve kendimi İslam’ın tebliğine vakfetmek ve İslâm adına gerekli sosyal atılımları yapmaktır. Beni Devletin resmi maaşına muhtaç etme.
Babacığım hüsn-ü kabul göstererek beni dinledi ve beklemediğim adımları attı. Çünkü babam bir yerlere gelebileceğime ve kalıcı hizmetler yapabileceğime inanmıştı. Babamın altısı erkek dördü kız on çocuğu vardı. Diğer çocuklarına da az çok yardımcı olmuştu. Yaptırdığı Caminin yanı başındaki arsayı benim üzerime tapu ettirdi, sonra arsa üzerine iki üç yıl içinde ikisi bodrum altı dairelik de bir bina yaptırdı. Babam yaşasaydı tapusu üzerime yapılan yeni evimizde beraber oturmayı planlıyorduk.
Babamın Yaptırdıklarını Artırdım
Babamın ölümünden altı yıl sonra, 1975 yılında askerlik dönüşümde kiracımız olup ailemize babalık yapan Rubil Güngör emekli olunca, ona bir daire sattım ve edinmeye başladığım kitap satışı gelirlerime ekleyerek mevcut binanın üzerine altı daire daha yaptırdım. Bu altı daire kaçak değil projeliydi. Faydalı olacağını düşündüğüm için bu konuyu açayım. Yanı başımızdaki bina altı katlıydı. Bizim binamız ise ön cepheden bakıldığında iki kattı. Ben ne kadar uğraştıysam da hakkımız olan katların iznini alamadım.
Çankırı ve Çorum konferanslarına çıkmadan iki-üç gün önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne son defa başvuruda bulundum. Saraçhanedeki belediye binasından çıktığımda şöyle dua ettim:
– Allahım ! Ben senin dinini anlatmak için konferanslar vermek üzere yola çıkacağım. Ben yıldım. İmar izni konusunu da sana havale ediyorum.
Aradan iki-üç ay geçmişti ki mühendisim aradı. Müjdemi isterim, istediğimiz katlar için izin çıktı, dedi. Ben Rabbimin yardımını her zaman gördüm. Ona ne kadar hamdetsem azdır.
Bu binada hem oturup hem de kira gelirlerinden sağladığım imkânlarla yaşadım. Bu sırada çocuk sayımız da yedi olmuştu. İsrafa düşmeden zaruri ihtiyaçlarımı rahat karşıladım. O rahatlık içinde hem sistemi eleştirebildim hem de bütün Türkiye’yi masraflarımı bizzat karşılayarak konferanslarla dolaştım.
Bana maddi yardımda bulunduğu için babacığıma elbette saygı duyuyorum ama ileri görüşlülüğüne daha bir ihtiramım var. Allah Ondan razı olsun. O beni yetiştirdi.
Bir gün büyük oğlum Ahmet Misbah Beyoğlu Belediye Başkanı olduğu dönemde bana “Baba herkes yatırım yaptığı alanda kazandı” şeklinde çok doğru bir söz söylemişti. Acı olan, insana yatırımı hâlâ öğrenemeyişimizdir.
Hamdolsun yaş sırasına göre sayarsam Emine, Hamdiye, Ahmet Misbah, Vildan , Beyza, Esra, Eymen Faik, Şeyma ve Hümeyra isimli dokuz çocuğum var, hepsi de eğitimli, namazlı ve tesettürlüdür. Eksiğimiz elbette vardır. Ahmet, Eymen ve Esra hafız, Şeyma ve Hümeyra da hattattır.
Beş yıl kadar önce Ali Rıza Demircan Eğitim Vakfını (ARDEV) kurdum. Hatıratımda bir kaydı olsun diye ifade ediyorum. Vakfıma babamın bana verdiğinin birkaç katı üç büyük taşınmaz hibe ettim. Ettim de, bunda babamın attığı temelin büyük payı var. Ben de torunlarımın İslâm alimi olmaları için teşvik sadedinde taşınmaz vaatlerinde bulunuyorum ama babam, imkânlarına göre zirve yapmış adamdı.
İmam- Hatip Okulu Adına Vaazlarım
Genelde İmam- Hatip Okullarını, özelde okulumuzu halkımıza sevdirebilmek için okulumuzun hamisi İlim Yayma Cemiyeti’nin de, okulumuzun bilinçli yönetici ve öğretmenlerinin de özel çabaları vardı. Bu çabalar arasında Kandil gecelerinde İstanbul’umuzun büyük camilerinde öğretmen ve öğrencilerin yer aldığı programların yapılması vardı. Benim diğer öğrencilere göre bilgi birikimim ve vaaz tecrübem olduğu ve hatipliğim de bilindiği için talebelik dönemimde vaaz görevi bana verildi.
Bu arada ifade etmiş olayım. Yukarıda arz ettiğim üzere ben İmam Hatip lisesine kaydolmadan önce girdiğim Fahri Vaizlik Ehliyet İmtihanı’nı kazanmıştım. Sonucun bana bildirildiği 22 Mayıs 1964 den sonra aldığım belgeyle 20 yaşlarında iken Eminönü Yeni Camide bir süre vaaz etmiştim. Bu sebeple Okulumuz adına Kandil gecelerinde başta Eyüp Sultan ve Yeni Cami olmak üzere birçok camide vaaz verdim. Bunlar benim için doğaldı ama Kastamonu Nasrullah Camii’ndeki vaazımı unutamıyorum.
1967-68 ders yılında Boyabat İmam Hatip Okulu’nun temel atma merasimine, Okulumuz, Mehter Takımı ile birlikte davet edilmişti. Mehter takımımız gerçekten ihtişamlıydı. Programa göre Kastamonu’ya uğranılacak ve ben Nasrullah Camiinde Cuma vaazına çıkacaktım. Kafile olarak geç kaldık. Gittiğimizde Kastamonu Müftüsü Ahmet Keskin Hoca vaaza çıkmıştı. Cuma ezanına 10-15 dakika kalmıştı. Gelişimiz haber verildiğinde müftü efendi bir dâva adamı feraseti ve inceliği ile vaazını keserek kürsüden hemen inmiş ve beni kürsüye çıkarmışlardı. Kısa süreli vaazımda neler söyleyebildiğimi hatırlayamıyorum. Aradan çok çok uzun yıllar geçtikten sonra Nasrullah Camii’nde vaaz etmek yine müyesser olacaktı.
Mehter takımının gösterisi Boyabat’ı ayağa kaldırdı. Bir vatandaşımızın Mehter Takımı’nı izlerken “Yüreğimin yağı eriyor” deyişi de benim yüreğimi eritti.
Yeşilay’ın Düzenlediği Münazaralar
Yeşilay Cemiyeti, benim İmam Hatip lisesi talebesi olduğum yıllarda da İstanbul liseleri arasında münazaralar tertip ediyordu.
1967-1968 ders yılında münazaralara İmam- Hatip Okulumuz adına benim başkanlığımda geleceğin TBMM başkanı olacak Mehmet Ali Şahin ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Dairesi Başkanı olacak Numan Güzey’den oluşan bir ekiple çıktık.
Numan kardeşim bir yıl önce Hayrettin Şallı’nın başkanlığındaki ekipte de yer almıştı. Finalde Haydarpaşa Sanat Enstitüsü ile yarıştık. Konumuz “Çocuğun Yetiştirilmesinde Annenin mi Babanın mı Rolü Büyüktür” şeklindeydi.
Biz annenin rolünün daha büyük olduğunu savunacaktık. Hazırlık için ilk defa bir kütüphaneye; Beyazıt kütüphanesine gittim. Bakabildiğim kitaplar içinde tespitlerimden biri şu oldu:
Azerbaycan’da bir anne heykelinin kaidesinde şunlar yazılıydı:
“Hiçbir kadın annesine bağlılığı olmayan bir erkeğe gönül vermesin. Eğer bir erkekte bir kadına bağlılık yeteneği olsa onu önce annesine gösterirdi.”
Medeniyetimizin bilge şahsiyeti Molla Cami de şöyle demiştir:
“Ben anneme nasıl bağlılık göstermeyeyim ki o beni aylarca karnında, yıllarca kucağında ve bir ömür boyunca da kalbinde taşıdı.”
Final Yarışmamız
Final yarışmasını, 4 Mayıs 1968 Cumartesi günü İstanbul Aksaray’daki ünlü Luna Park gazinosunda yaptık. Şimdilerde yıkılmış olan bu gazino 1500 kişilikti. Ünlü ses sanatçılarının boy gösterdiği bu gazinoda büyük ve etkili bir akustik; ses düzeni vardı. Jüride sinema sanatçısı Murat Soydan da vardı. Okul olarak finalde yarışı kazandık. Ben de ferdi birinci oldum.
Sesimin Akustiği Beni de Ürküttü
Konuşma sırası bana geldiğinde mikrofona yaklaşarak Mevlâmın bana ikramı olan Davudî sesimle “Hoş geldiniz” dediğimde sesim öyle bir yankı yaptı ki değil salonu baştan başa dolduran izleyiciler, ben bile ürktüm ve şaşkınlıktan bir süre konuşamadım. Akustik böyle bir şeydi.
O gün izleyicilerimiz arasında iki sevgili büyüğüm vardı. Birisi babam, diğeri de hocam Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı. Rabbim
onlara da, irtihal eden bütün hocalarımıza ve talebe kardeşlerimize de rahmet eylesin.
Liseler Arası Münazaralar Bizden Sonra Kaldırıldı
Ben, okulumuz adına bizden sonra münazaraları Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının sürdürdüğünü biliyordum. Numan Güzey bey kardeşimin anlatımına göre, bizim dönemimizden sonra liseler arası münazaralar kaldırılmış.
Babamın Vefatı
Aile reisliğim, imam- katipliğim, ev inşaatı ve okulumuz arasında geçen günler birbirini kovalarken, doğal akışın önüne geçen babamın rahatsızlığı olmuştu. Babamı önce Alman hastanesine sonra da Prof. Dr. Süleyman Yalçın’ın önerisiyle Çapa’ya yatırdık. Refakatçı olarak kalmak istediğimde şefkatinden bana onay vermez, babamın on çocuğundan ikincisi olup benim 15 yaş büyüğüm olan İsmail Hakkı ağabeyimi tercih ederdi.
Alman Hastanesinde iken cemaatimden Numan Kurtulmuş’un babası Dr. İsmail Niyazi Kurtulmuş’u babama götürmüştüm. Babamın çoraplarını giydirirken İsmail Niyazi Bey duygulanmış, “biz çocuklarımıza bu duyguları nasıl işleyeceğiz ” demişti. Çapa’da tedaviden cevap alamayınca doktorumuz Prof. Dr. Süleyman Yalçın’a “ne oluyor hocam niçin iyileşemiyoruz” dediğimde, o da “Kader hükmünü icra ediyor” demişti.
Babam, ben İmam Hatip lisesini bitirmeden bir ay önce, 1969 Nisan’ında ebedî aleme irtihal etti. Makamı Cennet olsun.
Cenazesine sınıf arkadaşlarımdan bazıları da katıldı.
Okul Birincisi Olarak Mezun Oldum
1969 Haziran’ında İstanbul İmam Hatip Okulu’ndan mezun oldum. Okul birincisi olmuştum. Okul müdürümüz Halil Ziya Erce, okulumuz öğrencileri önünde birinciliğimi açıklamış, ödül olarak da bir saat vermişti.
Bizim dönemimizde ben de, diğer bir çok arkadaşımız da gayretliydik. İyi yetişip Ülkemize hizmet etmek amacımız vardı. Öğretmenlerimizin bir kısmı da teşvik ediciydi. Daha açık bir anlatımla bazılarımızın Yüksek İslâm Enstitüsü yanı sıra diğer bir fakülteye gitme arzusu vardı. Bizim mezuniyet dönemimizde İmam-Hatip mezunları doğrudan üniversiteye giremezdi. Altı dersten imtihana girerek lise diploması da almamız gerekiyordu.
Eylül Döneminde Eyüp Lisesi Mezuniyetim
Eylül döneminde Eyüp Lisesinde imtihana girip mezun oldum. Faydalı olabilir düşüncesiyle bu imtihanlara ilişkin bir hatıramı da nakletlmek istiyorum.
Özel Bir Anı
Bizimle birlikte saygı duyduğum ve de iyi ilişkilerimiz olan bir ağabeyimiz de imtihana giriyordu. Yüksek İslâm Enstitüsü mezunu olup muhitimiz olan Kasımpaşa’da imamdı.
Hafızlığı kuvvetli olup okuyuşu da tatlıydı.
Kimya dışındaki bütün dersler, okuduğumuz dersler olduğu için ben hazırlıklı olup rahattım. İmtihanlarda bu ağabeyimiz arkamda otururdu. İlk dört derste beni izleyerek kağıtlarını doldurdu ve geçer not aldı. Felsefe imtihanına girdiğimizde Ma’şeri Vicdan ile ilgili bir soru geldi, ilk anda içeriğini anlayamadım. Arkama dönüp sorar gibi oldum ama ağabeyimiz oralı olmadı. Gidip Felsefe hocasına sorunca konuyu kavradım, geldim, döktürdüm. Dışarı çıktığımızda bana yazdıklarını anlattı, anlamış ama bana yardımcı olmak istememişti. Bir gün sonra tarih imtihanında aynı şekilde yazdıklarımı önüne serdim. Çünkü Yüksek İslâm Enstitüsü mezununa bile üniversiteye doğrudan giriş hakkı verilmeyişini içime sindiremiyordum.
(DEVAM EDECEK)
MİRATHABER.COM