Geleneksel ayet merkezli Kur’an yorumlarından konu merkezli Kur’an yorumlarına yöneliş, henüz emekleme safhasında olsa da Kur’an’ın muhtevasını konu olarak ele alıp bir bütünlük içinde anlama ve açıklama çabası içinde olması sebebiyle tefsirde önemli bir konuma sahiptir. Zira geleneksel ayet merkezli (parçacı/atomik) anlama yöntemleri, her ne kadar Kur’an’ı anlamada etkili olsalar da, bu yönntemlerin bazı konuların anlaşılmasında yetersiz kaldıkları da biliniyor. Dolayısıyla Kur’an’ı anlamadaki bu eksikliğin ve yetersizliğin önemli ölçüde konulu tefsir tarafından giderildiğini söylemenin, abartılı bir ifade olmadığını düşünüyorum. Mesela bilgi elde etme ve elde edilen bilgileri hayata yansıtma konusunda Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’e ilk emrinin “ikra/oku” olduğunu çoğumuz biliriz de, Hz. Peygamber’e verilen bu emirden ( “oku” emrinden ) önce Hz. Musa’ya “ dinle”; Hz. İsa’ya da “konuş” emrini verdiğini; O’nun vereceği bazı mesajlar için kaleme ve yazmaya yemin ettiğini, dolayısıyla kalemi ve yazmayı bir yemin aracı olarak kullandığını pek bilmeyiz. Bu amaçla Kur’an’ı incelediğimizde de onda bilgi elde etme vasıtalarının dinleme, konuşma, okuma ve yazma olarak zikredildiğini görürüz.
Nitekim “Ateşin yanına gelince şöyle bir ses işitti: Ey Musa! Benim Ben, senin Rabbin! Şimdi ayakkabılarını çıkar, sen kutsal Tuva vadisinde bulunuyorsun. Ben seni peygamber olarak seçtim, artık sana vahyolunanı dinle. Ben öyle bir Allah’ım ki benden başka hiçbir tanrı yoktur. Öyleyse beni gereği gibi tanı, yalnız Bana ibadet et, Beni anmak için namaz kıl, dua et”[1] ayetlerinden Hz. Musa’ya “dinle”;
“Meryem (benimle değil, onunla konuşun diye ) çocuğu işaret etti. Halk ‘Biz beşikteki çocukla nasıl konuşacağız’ dedi. Çocuk konuşmaya başladı: ‘Ben Allah’ın kuluyum, O bana kitap verecek ve beni peygamberlikle görevlendirecektir. Her nerede olursam olayım, O beni kutlu kıldı. Yaşadığım sürece bana namaz kılmayı ve zekat vermeyi emretti. Anneme karşı saygılı olmayı da emretti. Beni zorba ve isyankâr biri kılmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve tekrar dirileceğim gün bana selam olsun. İşte insanların hakkında şüpheye düşüp tartıştıkları Meryem oğlu İsa konusunda gerçek söz budur”[2] ayetlerinden Hz. İsa’ya “ konuş”
“Seni yaratan Rabbinin adıyla oku. O Rabbin ki insanı alâk/ rahim duvarına yapışan aşılanmış bir yumurtadan yaratmıştır. Oku! Rabbin büyük lütuf sahibidir. O insana kalem ile yazma yeteneği vermiş. Ona bilmediklerini öğretmişti”[3] ayetlerinden de Hz. Muhammed’e “oku” emirlerinin verildiğini;
“O insana kalem ile yazma yeteneği vermiş. Ona bilmediklerini öğretmişti” ayeti ile
“Nûn kalem ve kalemin yazdıklarına andolsun ki sen Rabbinin peygamberlik lütfettiği birsin, asla mecnun değilsin” [4] ayetlerinden de Allah Teâlâ’nın, yazmaya ve yazarak öğrenmenin önemine dikkat çektiğini ve bize verilmiş bir mesaj olduğunu anlarız.
Bilindiği gibi “duyma” ile “dinleme” arasında önemli bir fark mevcuttur. Zira duymada fizyolojik yapı , dinleme de ise irade söz konusudur. Diğer bir ifade ile duyma tabiî, dinleme ise iradî bir eylemdir. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın Hz. Musa’ya hitabeden “vahyolunanı dinle” emrinde, dinleme eyleminin bir nesnesi olarak da “vahy”in gösterilmesi, insanın öncelikle bu yolla gelen bilgilere önem ve değer vermesi gerektiğini ifade etmektedir. Bu nedenle her Müslümanın ilk görevi, vahiy bilgisine sahip olmak ve bu bilgiyi elde etmek için çaba göstermek olmalıdır. Zira bu emrin muhatabı, sadece Hz. Musa ve kavmi değil, aynı zamanda bütün Müslümanlardır.
Konuşma, insanın doğuştan sahip olduğu yetilerden biridir ve insanlar arasındaki iletişimi, bilgi ve düşünce aktarımını sağlayan da en etkili araçtır. Ancak insanoğlunun doğar doğmaz konuşması, hemen gerçekleşmemekte, belli bir süreyi kapsamaktadır. Bu nedenle Hz. İsa’nın daha beşikte iken konuşması, Allah Teâlâ’nın ona çok özel bir hitabının olduğunu da göstermekte, dolayısıyla Hz. İsa’nın “konuş” emrine muhatap olduğu anlaşılmaktadır.
Hz. Muhammed’e verilen “oku” emrinde ise dikkat çeken husus, Hz. Musa’ya verilen “dinle” emrinde olduğu gibi “oku” emrine ait bir nesnenin bulunmayışıdır. Bu da okunacak şeyler konusunda her hangi bir tahsise gidilmediğini, dolayısıyla yazılan her şeyin, her kitabın ve her yazının okunabileceğini göstermektedir. Fakat bu okumalarda tek bir şart vardır, o da Allah’ın zikredilmesidir.
“Nûn” Kur’an’ın indirilen ikinci suresinin adıdır, diğer bir adı da “Kalem” dir. Bu surede kalem ile simgelenen yazının, insanın düşünce, tecrübe ve kavrayışlarının kayıtlar aracılığıyla bireyden bireye, kuşaktan kuşağa ve bir kültür çevresinden diğerine aktarılmasında önemli bir etken; bilginin yazılıp korunmasında, ilim ve irfanın gelişmesinde, dolayısıyla toplumların aydınlanmasında vazgeçilmez bir araç olduğuna işaret vardır. Kur’an-ı Kerîm’in ilk inen sûresine (Alak) “oku!” buyruğuyla başlandığı gibi ikinci inen bu sûrenin ilk ayetinde de Allah Teâlâ tarafından yazı aracı olan kaleme ve kalem ehlinin onunla yazdıkları üzerine yemin edilmiş olması, İslâm’ın okuma yazmaya, bilime ve yazılı kültüre verdiği önemi göstermesi açısından oldukça anlamlıdır.[5] Zira kalem vasıtasıyla ilimler tedvin edilmekte, hikmetler kaydedilmekte, bilgiler zapt edilmektedir. Kalem sayesindedir ki insanlar bilgilerini yazıya, kitaba dönüştürüp başkalarına aktarmakta, kalıcı hale getirebilmektedir. Kısaca uygarlıklar kalem sayesinde süreklilik kazanmış, kuşaktan kuşağa aktarılmış; Allah kalem vasıtasıyla insana bilmediklerini öğreterek onu cehalet karanlığından kurtarmış, ilmin aydınlığına kavuşturmuştur.[6]
Yazmanın önemini Hz. Peygamber’in uygulamalarında da görmekteyiz. Nitekim onun, gelen vahiyleri, vahiy katiplerine yazdırması bunu ifade etmektedir.. Ayrıca idareciler tarafından Kur’an’ın Mushaf haline getirilişi ve çoğaltılması, hadislerin toplanması ve yazılması da yazmaya verilen önemin bir başka göstergesidir.
İnsanoğlu, yaratılışı gereği unutma gibi bir yetiye de sahiptir ve bu nedenle de dinlediklerini ve okuduklarını unutmamak için kayıt altına almak zorundadır. Zira yazılmayan duygu, düşünce ve anılar, kaybolmaya mahkumdur. Dolayısıyla yazının ve yazmanın önemi asla tartışılamaz. Zira yazmayan düşünemez, çünkü insan daha çok yazarken düşünür; bilgiyi hazmeder, özümser ve içselleştirir. Bu nedenle bilgiyi hazmetmeyen ve düşünmeyen de bilim yapamaz, bilim yapamayanlar da teknoloji üretemez, teknoloji üretemeyenler de medeniyet kuramazlar. Çünkü sahip olunamayan şeylerle medeniyet kurulamaz. Dolayısıyla dinlediklerimiz ve okuduklarımız bizim değildir, konuşmadıkça; konuştuklarımız bizim değildir yazmadıkça kuralı, her daim geçerlidir. Bu nedenle okuyan ve yazan toplumların sahip oldukları kültür ve medeniyet ile okumayan ve yazmayan toplumlar arasındaki farlılık, bunun bariz bir göstergesidir.
Yazanlar, her zaman kazanıyor, kazanmaya da devam ediyor; yazmayanlar ise kaybediyor. Zira bugün Batı toplumlarında oluşan Türk ve Müslüman düşmanlığının temelinde anlatılan hikayelerin, çeşitli vesilelerle yazılan yazıların ve hatıraların etkileri görülüyor. Nitekim Yusuf Ziya Ortaç, “ Bir Varmış Bir Yokmuş Portreler” kitabında “Batı’da zengin bir hatıralar edebiyatı vardır. Biz bu yönden züğürdüz. Hatıralarını yazmış padişah, vezir, serdâr tanıyor musunuz? ‘Evet’ diyemeyeceğiniz kadar az, değil mi?” diyerek, devlet ricâlinin yeterince hatıralarını yazmayışından şikâyet ettiğine göre bu konuda bizim çok gerilerde kaldığımız anlaşılıyor. Maalesef gereği gibi okumama ve yazmama bizim ana sorunlarımızdan biridir ve sorun olmaya da devam etmektedir. Yazımı, okuma ile ilgili bir hatıramla sonlandırmak istiyorum:
İstanbul İmam-Hatip Okulunda okurken Nahit Babaoğlu, isimli hocamız vardı, Türkçe dersimize gelmişti. Bir gün, bize nasihat ederken ders dışında da bilgi elde etmek için çaba göstermemiz, bunun için de elimize geçen her şeyi, hatta yolda ayağımıza takılan bir gazete parçasını dahi okumamızı, okuyarak elde ettiğimiz o bilginin bir gün mutlaka işimize yarayacağını söylemişti. Aralık ayı içindeydik. Birkaç arkadaşımla birlikte Fatih-Çarşamba semtine doğru gezmeye çıkmış, okula geri dönüyorduk. Hava bulutlu ve kapalı idi. O zamanlar şimdiki gibi yollar asfalt değil, taşla kaplı idi ve temiz de değildi. Rüzgar esince göz gözü görmeyecek derecede yolları toz bulutu kaplardı. Geri dönüş sırasında da buna benzer bir durum hasıl olmuştu.
İsmail Ağa Camiinin yanından geçerken, ayağıma bir kağıt parçası takıldı. Hem yürüyor hem de ayağıma takılan o kağıt parçasından kurtulmak için çabalıyordum. Tam o sırada Türkçe hocamızın sınıfta söyledikleri aklıma geldi. Hemen eğildim ve o kağıt parçasını alıp katlayarak cebime koydum. Mütalaa başlayınca önce ödevlerimi yaptım, okumam gereken yerleri okudum, sonrada cebimden ayağıma takılan o kağıt parçasını çıkartarak okumaya başladım. Bu kağıt parçası bir zamanlar popüler bir dergi olan Hayat Mecmuası’nın orta sayfasına aitti. Kağıtta büyük harflerle “Mevlana Celaleddin Rumî” yazıyordu. Yazıyı sonuna kadar okudum. Ama o yazıdan bazı yerleri hariç, çok şey anladığımı söyleyemem. Zira Mevlana Rumî ifadesi bana yabancı gelmemişti ama, Mevlana kelimesi ile de Rumî kelimesini bir türlü bağdaştıramamıştım. Hem Mevlana hem Rumî nasıl olunurdu? Aklıma bir türlü yatmamıştı. Ayıplanmaktan çekindiğim için de bunu kimseye soramamıştım. Yıllar sonra Rumî’nin ne olduğunu öğrenecektim.
O hafta Türkçe hocamız derse geldiğinde; “Çocuklar bu hafta Mevlana’nın ölüm yıl dönümü. Mevlana kimdir? Kim ne biliyor?” dedi. Kimseden bir ses çıkmadı ve parmak kaldıran da olmadı. Ben biraz ürkek, biraz korkak bir tavırla parmak kaldırmaya çalıştım. Cesaretim yoktu. Hoca yine de beni görmüş olacak ki; “ Sen galiba bir şey söyleyeceksin, çekinme haydi söyle evladım” dedi. Ben de okuduklarımdan aklımda kalanları anlatmaya çalıştım. Kısaca Konya dedim, Şems-i Tebrizî dedim. Belh dedim. O gün ne söylediğimi ayrıntılarıyla hatırlamıyorum, ama bir şeyler söylediğimi de iyi biliyorum. Türkçe hocamız bunun üzerine numaramı sordu ve bana sözlü notu olarak “on” verdi. Hayatımda ilk not ödülünü, o gün o kağıdı okumuş olmamdan ve edindiğim bilgiden dolayı almıştım.
Nahit Hoca bana, bu bilgiyi nereden öğrendiğimi sordu. Ben de ona siz dersimizin birinde bize yolda bulduğumuz bir kağıt parçasını bile okumamızı söylemiştiniz, ben de yolda gelirken ayağıma takılan bir kağıt parçasını alarak okuduğumu, bu bilgiyi oradan öğrendiğimi söyledim. Nahit Hoca’nın, yüz ifadesinden bu açıklamamdan dolayı çok memnun kaldığını anlamıştım. Zira verdiği öğütlerin bir öğrencisi tarafından yerine getirilmesi onu ziyadesiyle mutlu etmişti. [7]
[1] Tâhâ,20/11-14.
[2] Meryem,19/29-34.
[3] Alâk, 96/1-5.
[4] Kalem,68/1-2.
[5] Hayrettin Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu, Ankara 2004, 5/355.
[6] Hayrettin Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu,5/598.
[7] Celal Kırca, Bir Nesle Mensubiyetin Hikayesi, İstanbul 2018, s. 52-53.
Prof. Dr. Celal Kırca
Rabbim kalemi ve kelamı onun rızası doğrultusunda kullanmayı nasip etsin muhterem üstadım!