Bu günlerde Ümit Özdağ ve tayfasının hedefinde Halil Konakçı hoca var. Bir vaazında Hatay’la ilgili söylediklerini çarpıtarak linç kampanyası başlatmıştır. Konuşmasında Fransız işgali altında olduğu sürede Hatay’da ezanın asli diliyle okunduğunu, Hatay’ın Türkiye’ye iltihakının ardından burada da ezanın Arapça okunmasının yasaklandığını hatırlatıyor ve Fransızların yapmadığı bir zulmün Türkiye’de yapıldığını, bir başka ifadeyle yerli gâvurların, Fransız gâvurlarından daha gâvur olduğunu vurguluyor.
Yalan mı söylüyor? Bu tespiti gerçek dışı mı? Hayır, hiçbir aklıselim sahibi bu hakikati inkâr edemez. Ama gerçeği inkâr edemeyince onu dile getireni linç etmeye kalkışmak iftiracı, sahtekâr kemalist linç güruhunun sevdiği bir meslektir. İşte Zafer Partisi adlı Neo-Nazi teşkilatının genel başkanının ve avânesinin yaptığı da tam bundan ibarettir. Bu sözleriyle Halil Konakçı güya “Hatay Arap şehridir” demiş, böylece vatana ihanet etmiş! Bu aptal sürüsünün içinde Halil Konakçı’nın “Hatay’ı Araplara verelim” dediğini iddia eden, dinlediğini anlamayan embesiller bile var.
Bre türediler! Silah zoruyla, idamlarla, sürgünlerle, faşistçe toplumu sindirerek batıdan ithal ettiğiniz dayatma devrimlerinizle, bin yıldır İslam’a analık etmiş Anadolu topraklarında kurduğunuz kaçak gecekondu devletiyle bu ülkenin sahibi mi olduğunuzu zannediyorsunuz? Ecdat bu toprakları; “Zorbaca usullerle şeriatı kaldırın ve laikliği ilan edin, ezanı Türkçe okutturun” diye düşmandan kurtarmadı. Cephede şehit olan atalarımız “Şeriat, hâkimiyetini sürdürsün” diye can verdi, laiklik ilan edilsin, din devletsiz kalsın, devlet de dinsiz olsun diye değil…
Halil Konakçı hocanın üslubuyla ilgili bizim cephedeki “ne şiş yansın ne de kebap” diyen tatlı su Müslümanlarının sesine kulak verdiğimizde, “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” (16/Nahl:125). Ve “Firavuna gidin çünkü o iyiden iyiye azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Umulur ki öğüt alır veya korkar.” (20/Tâhâ: 43-44) ayetlerini cımbızla çekerek Halil Konakçı hocanın üslûbunun sert olduğunu, böyle tebliğ dili olamayacağını ifade buyurduklarını görürüz.
Efendiler! Bugün Müslümanlar ile İslam karşıtları arasında yapılan bu restleşmeler, bir tebliğ değildir. Tarih boyunca Hak-batıl mücadelesi hep olmuştur. Bu mücadele bazen cephede sıcak harp olarak devam etmiş, bazen de soğuk harp/fikir savaşı olarak sahada devam etmiştir. Bu mücadelenin ilk safhası, yumuşak dille, hikmet ve güzel sözle tebliğdir. Karşı taraf bu dilden anlamıyor, çirkefleşiyor, İslam’ın izzetine dil uzatarak hakaretler yağdırıyorsa, usul ve sözün şekli değişir. O zaman durum, tebliğ olmaktan çıkar, fikir harbine dönüşür. Hz. Musa ve Hz. Harun ilk merhalede Firavuna tatlı dille mesajı götürdüler. Firavun da teşekkür edip başım gözüm üstüne demedi. “Sizin en büyük rabbiniz benim,” (79/Naziât:24) bana rağmen yeni din ha diyerek kılıcını çekti ve İslam düşmanlığını artırarak devam ettirdi. Firavun azgınlaştıkça Hz. Musa ve inananlar, hep alttan alıp yumuşak dil, hikmetli ve güzel sözde takılıp kalmadılar. Onlar da kılıçlarını çekti ve bu iş Kızıl denizde Firavunun boğulmasına kadar devam etti.
Bu toplumun Hz. Ömer celadetine ve Hz. Ebu Zer dobralığına da ihtiyacı vardır.
Allah, Kur’an’da vurucu benzetmeler yapar. Mesela Müddessir Suresinin 49-51. ayetlerine bakın, orada Kuran’dan öğüt almayıp ısrarla yüz çevirenleri “Arslandan ürküp kaçan yaban eşşeklerine” benzetir.
Münafikun suresinin 4. ayetine bakın, orada da münafıkları “Elbise giydirilmiş kütüklere” benzetir.
Kalem suresinin 10-14. Ayetlerine bakın Velid b. Muğîre hakkında “Alabildiğine yemin eden, alçak, daima kusur arayıp kınayan, durmadan lâf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, mütecâviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuz kimselerden hiçbirine, mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme.” diyerek alçak, şerefsiz, soysuz ifadelerini kullanır.
“Hikmetle ve güzel öğütle çağır” diyen Allah, böyle de üslup kullanmıştır. Ve bu ayetleri diliyle kitlelere karşı okuyan Rasûlullah da bu üsluba ortak olmuştur. Öyleyse Allah’ın bir ayetini cımbızla çekip bütün hükümleri onun üzerine bina edemezsiniz. Olaya Kur’an bütünlüğü içerisinde bakarak orta bir yol bulursunuz. O da, aslolan güzel söz ve hikmetle tebliğdir. Ama azgınlaşma ve inatlaşmanın olduğu durumlarda üslup sertleşebilir, benzetmeler şok edici olabilir. Yüce Allah’ın, yukarıda verdiğimiz ayetlerdeki benzetmelerinde olduğu gibi.
Biz, bir Müslüman bir şey yaptığı ya da söylediği zaman “O da yapmayaydı, söylemeyeydi. Boyundan büyük laflar etmeyeydi. Taşı havaya atıp altına kafasını uzatmıştır” türünden sahip çıkma yerine suçlama yolunu tercih ederiz. Kâfirler de adamına sahip çıkar. Yakın geçmişte, gazeteci Sedef Kabaş, Cumhurbaşkanına ağır hakaretler yapmıştı da bütün ateist, deist, laik, kemalist ne kadar İslam düşmanı varsa hep bir ağızdan bu hakaretin, bir “ifade özgürlüğü” olduğunu haykırmışlardı.
Konunun tam burasında, vaktiyle Bursa’da bir Müslüman, bugünkü adı Arap Şükrü olan semtte çeşme yaptırmıştı da “Bu çeşmeden Müslümanların içmesi haram” yazdırmıştı ya, o olayı da lütfen hatırlayın.
İşte bizim bazı yazar takımının, Halil Konakçı’nın üslubu üzerinden muhalif tutum ortaya koyarak azgın azınlığın değirmenine su taşıması da, “Bu çeşmeden Müslümanların içmesi haram” hikâyesinde ortaya konulan klasik Müslüman tavrıdır. Fatih Altaylı denen ağzı lağım çukurundan farksız olan kemalist yobaz da kalkmış Halil Konakçı’ya üslup ve edep dersi veriyor. Hadi ordan köfte hor!
Zaman; armudun sapı, üzümün çöpü bahaneleriyle, senin dile getiremediğini cesurca dillendiren bir hocaya racon kesme/ayar verme zamanı değil, kılıçlarını bilemiş kadim İslam düşmanı tescilli kâfirlere karşı, Halil Konakçı hocaya sahip çıkma zamanıdır. Konakçı hocanın çizgisinde biri değilim, onun kullandığı bazı zayıf ve uydurma haberlere benim tavrım vardır. Ama şimdi onları ileri sürerek hocayı kurda kuşa yedirmeyiz.
“Halil Konakçı, ilmi siyaseti hiç bilmiyor” diyerek “ilmi siyaset” zırhının arkasına sığınıp söylenmesi gerekeni zamanında söylemeyerek suspus olmak, İslam’ın izzetini ayaklar altına vermektir. “Doğruyu söylemeniz gereken yerde söyleyin. Bu sizin rızkınızı daraltmaz ve ecelinizi de öne almaz.” (Beyhaki, Şu’abu’l İman, 7172) ve “Kim, insanları kızdırma pahasına Allah’ın rızasını hedeflerse, insanların vereceği sıkıntıya karşı Allah ona yeter. Kim de Allah’ı kızdırma pahasına insanların rızasını hedeflerse Allah onu insanlara havale eder.” (Tirmizi, Zühd 64 h.no:2414) buyuran bir peygambere kulak vermeyip, rölatif/göreceli bir kavram haline getirdiğimiz ve kendimizi sorumluluktan kurtarma mazereti olarak kullandığımız “ilm-i siyaset“le avunmanın zamanı hiç değil. Sözlü ifade, bir insan hakkıdır. Bunun siyaseti olmaz. Doğrunun ifade edilmesinin önünde engel yoktur. “Şehitlerin efendisi amcam Hamza ve zalim hükümdara hakkı söylediği için öldürülendir” (Ebû Dâvûd, Melâhim,18;Nesâî, Bey’at,38) hadisi, sonunda ölüm de olsa, hakkı söylemenin önünde engel olmadığını gösterir. Zalim birine hakkı söyleyen adama “Sende hiç mi ilmi siyaset yok? Biliyorsun ki bu adam zalim. Ona, aykırı bir söz söylersen seni idam ettirir. Bunu bilmeliydin” diyemezsiniz. Bizim söyleme cesareti gösteremediğimizi, cesur yürek biri söylüyorsa ona “ilm-i siyaset” oku doğrultacağımıza, bu hadisleri hatırlayıp tebrik ve dua edelim
“Bu üslupla kaç kişi Müslüman oldu” sözü de moda oldu. Böyle diyenlere; “Diyanetteki, bilindik üslubuyla vaaz eden vaizler, kaç kişinin hidayetine vesile oldu?” diye sormak da bizim hakkımız. Amcası Ebu Talib’e her zaman iyi muamele gösteren, yumuşak davranan Peygamberimiz, ona hidayet veremedi. Çünkü insanlar hidayet verici değildir. Kime, nasıl hidayetin nasip olacağını biz bilemeyiz, Allah bilir. Bize düşen, İslamî doğruları her ortamda, o ortamın üslubu neyi gerektiriyorsa o şekilde söylemektir.
Öyleyse son sözümüz: Diyanet teşkilatı, “inceleme başlattık” diyerek tescilli İslam düşmanlarının gazına gelerek, cesur yürek bir hocasını harcamasın, sahip çıksın. Yasin Gündoğdu hocaya yaptığını yapmasın. Vesselam.
Musab SEYİTHAN