Ağustosta Karadeniz bir başkadır. Özellikle Ordu, Giresun ve Trabzon için bu ay, fındık toplama zamanı demektir. Bu nedenle her gurbetçi, daha ziyade bu ayda doğduğu topraklara gelip fındık toplamak, yaylalara çıkıp temiz havasını teneffüs etmek ister. Bu onun için vaz geçilmez bir arzudur, hatta tutku derecesinde bir yaşam tarzıdır. Ben de bundan nasibini alan biriyim. Fakat yaşlılar kategorisine dahil olduğum için, fındık toplamaya fazla iltifat etmedim, ama boş da durmadım, okumaya ve yazmaya devam ettim. Arada sırada bir iki kişiye rastlar da bir çift laf ederim umuduyla yürüyüşlere çıktığım zamanlar da oldu. Bu yürüyüşlerimden birinde yol kenarındaki bir evin gölgesinde, tanımadığım, biri oturan diğeri de ayakta duran iki genç kıza rastladım.
Kızlardan biri kumral ve uzun boylu; diğeri ise esmer ve kısa boyluydu. Selam verdim, güler bir yüzle selamımı aldılar. “Siz kimsiniz ?” diye sordum, Kumral olan kızın verdiği cevaptan yıllar önce gurbete gitmiş bir akrabamın kızı olduğunu öğrendim. Diğeri ise Malatyalıymış ve akrabam olan kızın da sınıf arkadaşıymış. Fındık toplamaktan geliyorlarmış, biraz soluklanmak istemişler. Onlarla biraz sohbet etmek istedim, sorular sormaya başladım. Verdikleri cevaplardan ilahiyat fakültesi mezunu olduklarını, fakat henüz atanmadıklarını öğrendim.
İlahiyat mezunları olunca takılmadan da edemedim. Adetim olduğu üzere akrabam olan kıza, “Şimdi ben bir, iki, üç …diye sayacağım, sen de hiç duraksamadan en sevdiğin hocalarının isimlerini söyleyeceksin” dedim ve saymaya başladım. O da hocalarının adlarını söyledi. Diğer kızdan da aldığım cevaplar aynıydı. Böyle yapmaktaki amacım, hangi dersleri daha çok sevdiklerini öğrenmekti. Zira hocasını seven bir öğrenci, dersini de seviyordu. Kızların verdikleri cevaplar, Temel İslam Bilimlerine ait bazı dersler için hiç de iç açıcı değildi. Bu dersleri sevmediklerini anlamıştım. Özellikle bazı ders adlarını söyleyerek niçin bu dersleri sevmediklerini sordum. Verdikleri cevaptan, hocalarının davranışlarından ve uyguladıkları yöntemlerden memnun kalmadıkları anlaşılıyordu.
Sorularımı biraz daha özele kaydırarak genel kültürlerini ve bilgi seviyelerini de öğrenmek istedim. Roman, hikaye ve şiir kitaplarını okuyup okumadıklarını ve okumuşlarsa kimlerin kitaplarını ve hangilerini okuduklarını sordum. Özellikle de Yahya Kemal, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Peyami Safa, Tanpınar, Tolstoy ve Dostoyevski’nin bir eserini okuyup okumadıklarını öğrenmek istedim. Bu ediplerin adlarını duymuşlar, ama eserinden hiç birini okumamışlar. Bunun üzerine “ Ders dışı hiç kitap okumuyor musunuz?” dedim, Akrabam olan kız, ara sıra okuduğunu söyledi. En son okuduğu kitabın adını sordum, bilmediğim bir yazardan ve kitabından söz etti.
Konuşmamız diyalog şeklinde devam ederken akrabam olan kız, sohbetimizle bir bağlantısı yok iken birden kendisinin “ehl-i sünnetçi” olduğunu söyledi. Ben ona bunu söyletecek bir soru sormamıştım, ama o nedense bunu söyleme ihtiyacı hissetmişti. Bunun üzerine konuşmamızın konusunu değiştirerek “Ne demek ehl-i sünnetçi, anlatır mısın?” dedim, o da anlatmaya başladı. Anlattıkları yüzeysel ve derinlikten yoksun bilgilerdi. “Bu ekolün temsilcileri kim?” diye sordum, “Maturidî” dedi, başka bir isim söylemedi. “Ben de zaman zaman unutuyorum, ama sen unutmaya erken başlamışsın?” dedim. Bir tepki vermedi, sadece tebessüm etmekle yetindi. Bunun üzerine ona Maturidî kim?” diye sordum. “Her halde hadisçi olacak” dedi.“Maturidî hadisçi mi?” dedim, bu sefer tam bir öz güvenle “Evet” dedi.
Bunun üzerine “Matematikte bir işlemin doğruluğunu öğrenmek için sağlaması yapılıyor, biliyorsun. Bu cevabın doğru olup olmadığının bir sağlamasını yap, bakalım. Google’a sor” dedim. O da telefonuna şöyle baktı, “Kelamcıymış” dedi. Ben de “Öyleyse kelamla ilgili kitabının adı ne?” diye sordum. Bu soruma cevap veremedi. “Kibâbu’t Tevhîd kitabının adı” dedim, sonra da ”Peki Te’vîlâü’l Kur’an kimin eseri”? diye bir soru daha sordum. “Maturidî’nin mi?” diyerek, soruma, soruyla karşılık verdi. Bunun üzerine “Soruyu ben sordum, cevabını da sen vereceksin” deyince sustu. “Öyleyse sorumun cevabını yine ben vereyim” dedim. “ Evet bu eser, Maturidî’nin, zira o, hem bir tefsir, hem kelam, hem de fıkıh alimidir, ama hadis alimi değil. Ebette ki hadis de biliyordu, ama bizim anladığımız anlamda bir hadis alimi değildi ” deme ihtiyacı hissettim. Maturidî’nin bu iki kitabını görmesini ve en azından bazı bölümlerini de okumasını tavsiye ettim. Bir de belki ilgisini çeker ümidiyle biyografi türünde onun bir romanının da yazıldığını söyledim.
Ona ehl-i sünnetle ilgili bir kaç soru daha soracaktım, ama soramadım. Bu sorularım, sanıyorum onu ziyadesiyle bunaltmış olacak ki, memnun olmayan bir yüz ifadesi ile hiç bir şey söylemeden yanımdan ayrıldı. Uzun bir süre bu diyaloğa iştirak etmeden bizi dinleyen arkadaşı da onu takip etti.
Elbette ki her ilahiyat mezunu böyle değildi, olması da düşünülemezdi. Zira kendini iyi yetiştiren ilahiyat mezunları da vardı. Ancak bu konuşmamızdan edindiğim intiba, beni rahatsız etmeye yetmişti. Zira bu konuşma, din eğitimimizdeki kalite sorunu hakkında, az veya çok bir fikir veriyordu. Bir ilahiyat mezunu, hem ehl-i sünneti benimsediğini söyleyecek -hatta “cı” ekiyle onu bir ideoloji gibi algıladığını da ifade etmek isteyecek- hem de ait olduğunu söylediği bu düşünce sistemine dair yeterli bir bilgiye ve donanıma sahip olmayacak! Yanlış olan buydu ve beni rahatsız eden de bu oldu. Bana göre bir düşünceyi, bir sistemi veya bir ideolojiyi benimseyen insan, derinlemesine onun bilgisine de sahip olmalıydı. Bir insan, ayrıntılı bilgiye sahip olmadan bir düşünceyi veya bir anlayışı nasıl savunabilirdi? Bunları düşünürken birden aklıma, yaklaşık yarım asır önce yaşadığım bir anım geldi ve ikisi arasında bir mukayese yapma ihtiyacı hissettim.
Kısa dönem yaptığım askerlik esnasında, solcu olduğu için mahkum olmuş, 1974 affından yararlanarak tahliye edilmiş ve askere gelmiş biriyle tanışmış ve bu tanışma zamanla sohbet arkadaşlığına dönüşmüştü. O, her sohbetimizde sol düşünceyi anlatıyor, öve öve bitiremiyordu, fakat anlattıkları ile benim o yıllarda okuduğum bazı sol kitaplardaki görüşlerle tam olarak da örtüşmüyordu. Bu nedenle bir sohbetimiz esnasında ona Georges Politzer ve Karl Marx’ın eserlerini okuyup okumadığını sormuş, o da okumadığını söylemişti. Bunun üzerine “Senin bu durumun, Kur’an okumadığı ve muhtevasını da bilmediği halde, kulaktan dolma bilgilerle İslâm adına konuşan ve ahkam kesen bir Müslümana benziyor. Aranızda ne fark var? O İslâm’ı bilmeden savunuyor, sen de Komünizmi bilmeden savunuyorsun!” demiştim. Bana “Haklısın” demekle yetinmişti. Şayet bu kızlarımızı tekrar görebilseydim, ona da “ Ehl-i sünnet temsilcilerinden birinin bir eserini dahi okumamış veya bunların görüşleri hakkında yeterli ve derinlikli bir bilgiye sahip olmamış/olamamış bir ilahiyat mezunu, nasıl oluyor da kendini ehl-i sünnetçi olarak tanımlayabiliyor?” Anlayamadım” diyecektim, ama diyemedim.
M.C.Bâki