Yukarıdaki rivayet, dervişlerin ve dünyayı terk edenlerin üstünlüğünü anlatan ifadelerle devam ediyor. Bu kadar bilgi yoksulluk meselesi ve dünyayı terk etmekle ilgili anlayış hakkında yeterince bize fikir verir.
Kanaatimizce, Ahmed-i Bîcan âyeti ve hadis olarak kabul ettiği sözleri yaşadığı dönemin din kültürüne ve kendi anlayışına uygun olarak değerlendirmiştir.
Âyette insanların yoksul, Allah’ın zengin olduğu açıklanıyor; bu doğrudur. Fakat bu ifade fakirliğin zenginlikten üstün olduğuna, dervişliğin faziletine asla delalet etmez. Bunun konu ile hiçbir alakası yoktur. Dervişlik âyet indikten çok sonra ortaya çıkmış bir olgudur. Bu âyetten esas kast edilen mana, insanların Allah karşısında daima fakir olduğu, O’na muhtaç bulunduğu, kulun kendisini beğenmemesi, malı ile böbürlenmemesi gerektiği, Allah’ın ise zengin olduğunu vurgulamaktır. Yani, kullar ne kadar zengin olurlarsa olsunlar, Allah’ın kudret, azamet ve sonsuz mülkü karşısında daima ona muhtaçtırlar, Allah’a göre daima yoksuldurlar, demektir. Bu âyet, kesinlikle fakirliğin zenginlikten üstün olduğunu ne delalet yolu ile ne de işaret yolu ile göstermez. Tam tersine, Allah’ın zengin olduğunu ifade etmesi, zenginliğin yoksulluktan daha üstün olduğunun belirgin bir kanıtıdır. Eğer fakirlik zenginlikten üstün olacak olsaydı, ulu Allah kendisinin fakir olduğunu ifade ederdi. Böyle olmamış, Allah kendisinin zengin olduğunu açıklamıştır.
Ahmcd-i Bîcan, yoksulluğu överken Hz. İsa’nın bir sözünü de delil olarak ileri sürüyor. Bu husus ister istemez, İslâm dünyasında yaygınlaşan bu zihniyetin Hıristiyanlıktan kaynaklandığı düşüncesini akla getiriyor. Oysa İslâm dünyasında yerleşen dünyayı terk etme ve yoksulluğu övme düşüncesini Hıristiyanlar çoktan terk etmişler, ekonomi, silah ve teknoloji bakımından dünyanın en güçlü devletlerini kurmuşlardır. Bunun için dinimizin kuvvetli olma önerisini benimsemişler, kendi zihniyetlerini bize transfer etmişlerdir. Yoksa daha önce de değinildiği üzere, Hıristiyan dünyasının Hz. İsa’nın tavsiyelerine ve dünyaya yaklaşım biçimine bakarak bugünkü seviyeye yükselmeleri mümkün değildi.
Dervişleri sevmenin fazileti ve onları kötülemenin tenkidi konusunda zikr edilen düşüncelerin İslam dini açısından hiç bir değeri yoktur. Hz. Âişe’ye nispet edilen hadisin doğru olması da mümkün değildir. Çünkü dervişlik İslâm’ın yayılmasından en az dört asır sonra ortaya çıkmıştır. Hz. Âişe’ye böyle bir olay ile ilgili tavsiyenin yapılmış olması mümkün değildir. İlk Müslümanlar ashap idi. Ashab sahabenin çoğuludur. Arkadaş demektir. İlk müminler derviş değiller, belki Peygamberimizin arkadaşları idiler. Onlar kayıtsız şartsız biat etmemişler, belki iyilik ve güzelliklerde tabi olma sözü vermişlerdir. Akabe biatlarında ve Kur’an’da bu husus açıkça belirtilmektedir. Dervişliği Hz. Peygamber (s.s.) dönemine kadar çıkarmak saçmalıktır, İslam’a başka bir elbise giydirmektir. Ayrıca Hz. Âişe müminlerin anasıdır ve bir kadındır. Bir hanımın dervişlerle beraber oturup kalkmasını Hz. Peygamber’in tavsiye etmesi imkânsızdır. Hem bu sözün hadis kaynaklarında da yeri yoktur.
Gerek “Müzekki’n-Nüfus” gerekse “Envaru’l-Aşıkin” adlı kitaplarda ortaya konan tasavvuf kültüründe din-dünya beraberliği yoktur. Hatta dünyayı terk etmek ve fakir olmayı tercih etmek esastır. Fakirler Allah’ın sevdiği, zenginler ise şeytanın sevdiği kullardır. Allah’ın sevdiği kullar olmak için de fakir olmak, daha başka bir ifade ile dünya işlerinde çalışıp zengin olmamak gerekir. Buna göre Afrika ülkeleri Allah’ın en çok sevdiği kullar olması lazımdır. Onlara acımamak, belki imrenmek gerekir. Allah tarafından bir lütuf olmak üzere fakirleşmişlerdir. Dolayısıyla İslam dünyasındaki zengin Müslümanların bu ülkelere yardım etmemesi gerekir. Çünkü bu onların zenginleşmelerine, dolayısıyla Allah’ın sevmediği kullarından olmalarına yardımcı olmak olur. Şimdiki durumda fakir olmaları kitaba göre en sevilen şey olduğuna göre onları kendi hallerine bırakmak en doğru yoldur. Hatta bütün Müslümanların Afrikalılar gibi fakirleşmek için çaba harcamaları gerekir. Çünkü fakirler zenginlerden 500 sene önce cennete gireceklerdir. Şimdi yani Müslüamn ermekleri bir numarası ve malı ile Müslümanları destekleyen Hz. Ebû Bekier, erzak yüklü yüzlerce devesini İslam ordularına veren Halife Hz. Osman, yine milyon dirhemlerini Allah yoluna feda eden Abdurrahman b. Avf fakirlerden 500 sene sonra mı cennete girecektir!
Batılıların son üç asırda, özellikle teknoloji ve sanayi devriminden sonra zenginleşmesi, buna paralel olarak İslam dünyasının giderek fakirleşmesi, kuvvetini kaybetmesi ve teknoloji üretmememsinin temel sebebinin bu “fakirlik severlik” olduğunu düşünmemek için zerrece akıldan yoksun olmak gerekir. Bilebildiğimiz kadarıyla Müslüman halkta, medrese ve tekkelerde hâkim olan temel zihniyet bu idi. Din kültüründe, vaaz ve nasihatlerde anlatılan şey bu idi, halkın kafasında yer eden zihniyet bu idi. “Fakirlik zenginlikten üstündür”, “dünyayı terk etmek gerekir”, “dünya için imar çalışmaları yapmamak gerekir”, “dünyanın harap olması gerekir.”, “Allah’ın en sevmediği varlık dünyadır, dünya işleridir.” ; “Dünya mel’ûndur, dünyada bulunan her şey mel’ûndur.”, “dünya bir leştir, onu isteyenler köpeklerdir.”
Bugün düşünsel, kültürel ve ekonomik bakımdan iliğine kadar sömürülen ve alabildiğine ezilen İslam dünyasında başka türlü bir sonuç beklemek mümkün değildir. Tasavvuf kültürünün aşıladığı bu “fakirlik severlik” zihniyeti toplumda hâkim unsur olmaya devam ettiği sürece İslam dünyasında huzur ve güvenliğin, refah ve mutluluğun sağlanması mümkün değildir. Maalesef günümüz tasavvuf kültüründe de aynı fakirlik sevme zihniyeti derinlerde izlenmektedir. Bu kafa değişmedikçe İslam dünyası, ezilmişliğin, muhtaçlığın, pahalılığın, enflasyonun kabahatini Batılıların sırtına yükleyerek yerinde saymaya devam edeceğe benziyor. Ya dünyaya sahip çıkacağız, Müslümanca zengin olacağız, yahut da kaderimizi ve dünyevi varlıklarımızı, hayatımızı Batılıların iradesine teslim edeceğiz. Ey Müslüman kardeşlerim! UYANIN!”
Şeyhe Teslimiyet ve tecrit meselesi: Bir eğitici olarak şeyhin ahlaki konulardaki isteklerine uymak, eğer ilim sahibi kâmil mürşit konumundaysa bir dereceye kadar makuldür. Fakat müridin bütün varlığını şeyhe teslim ederek kendinden ve varlıklarından soyutlanması Kur’an ve sahih sünnetle bağdaşmaz. Çünkü Kur’an’da Hz. Peygamber (s.a.)’e itaat vardır, fakat bütünü ile teslimiyet yoktur. Bütün varlığı ile teslimiyet sadece Allah’adır. Resule itaat Allah’ın koyduğu ölçülerle sınırlıdır. Müzekkinüfus’ta ve tasavvufi eserlerde istenen teslimiyet Allah’a teslimiyetin aynıdır. Bunun şirk olduğunu da söyleyebiliriz. Üstelik cahil müteşeyyihler elinde kalan müritlerin her bakımdan istismara açık olacağı aşikârdır. İslam bundan münezzehtir.
Bu fakir ilk mutasavvıfların yaşadığı tasavvufa karşı olmadığımı ifade etmeliyim. Fakat sonrakiler tarafından yapılan ilaveler, icra edilen değişiklikler İslam’ın adının keyfe göre tasavvuf olarak değiştirilmesine ve bunun İslam diye kafalara yerleştirilmesine yol açmıştır. Tasavvufi hayat Kur’an ve sahih sünnet prensiplerine uyduğu sürece makbuldür, sorun yoktur. Başka hayatları aynı şekilde değerlendirebiliriz.
Günümüzde özellikle ahlaki konularda tasavvuf etkili olumlu bir okul yerini tutabilir. Fakat İslam’ın yerini asla tutamaz. Önce çuvaldızı kendimize sonra iğneyi başkasına batırmalıyız. Ne demek “Şeyh senden ne isterse ona götüreceksin, günah işlese bile onu görmeyeceksin, sorgulamayacaksın, bir hikmeti var ki yapmış diyeceksin, kötülemeyeceksin!” Kur’an’a göre kayıtsız şartsız teslimiyet sadece Allah’a gösterilir, Allah’a gösterilmelidir.
Sonuç Olarak
Günümüzde dinimizi yaşamak için ne yapmamız gerekir? Hz. Muhammed’in sahih sünnetine uymaktan başka kurtuluş yolumuz yoktur. Tarihteki İslam’ı yaşama tecrübelerinden elbette yararlanacağız. Fakat Kur’an ve sahih sünnetin prensiplerine uymayan hiçbir eylem ve yorumu kabul etmememiz gerekir. BizimKitabımız Hz. Kur’an’dır. İntisabımız Hz. Muahmmed’edir, teslimiyetimiz yüce Allah’adır. Tarikatımız da Muhammed Aleyhisselam’ın tarikatıdır. Herkesi bu tarikata davet ediyoruz.