Adım Adım 12 Eylül’e Giderken
12 Eylül öncesinde cana ve mala yönelik tecavüzler artmıştı. Milletimiz korku ve bunalım içindeydi. Hadiseler ne zaman bitecekti. Milletimiz bir çıkış yolu ararken beklenmedik bir şekilde 12 Eylül darbesi yapıldı ve korku saçan ve elem veren hadiseler birden kesildi. Ülkenin önündeki bazı siyasiler, olayların tırmandırılarak darbe için ortam hazırlandığını ileri sürdüler. Bunun anlamı bir merkezi gücün bilerek terör eylemlerini organize ettiği ve cinayetler işlettiğiydi. Bu iddia doğru idiyse yapılanlar ihtilalin kendisinden de ağır bir suçtu/suçlar manzumesiydi.
12 Eylül darbesinin pek çok olumsuz sonuçları olduysa da artık tarihin malı olmuştur. Darbelerin tekerrür etmemesi için olayın değişik yönleriyle araştırılması gerekir. Bunun için de tarihçilerimize yardım edilmelidir. Bildiklerimizi anlatmalıyız. Süleymaniye Camii gibi ülkemizin en önemli camiinde İmam-hatiplik yapmış bir insan olarak benim de söyleyeceklerim var.
Olaylar İhtilal İçin Tırmandırılmıştır
Süleymaniye Camii ve çevresinde yaşanılan olaylardan hareketle bizim kanaatimiz de terör eylemlerinin organize edildiği ve cinayetlere çanak tutulduğu şeklindedir.
12 Eylül öncesinde Camimiz çevresine Marxsist/Maoist (komünist) öğrenciler yerleşmişti. Beyazıt Ülkücülerin hakimiyetindeydi. Camimizin Haliçe bakan alt kısmında yer alan Küçükpazar’da ise Akıncılar vardı.
Camimiz görevlileri olarak komünistlerin tecavüzüne uğrayabileceğimiz korkusunu taşıyorduk. Şahsen camimize gelirken ve ayrılırken derin endişeler içindeydim. Bir ara ruh dünyamıza yabancı olan komünistlerle akıncı kardeşler birbirlerine girdiler. Bir akıncı kardeşimiz canını korumak için bir Marksisti/Maoisti öldürme zorunda kalınca, onlar da intikam için cemaatimizden -olayların dışında olan- masum bir kardeşimizi dükkanında şehid ettiler. Bu tecavüz Akıncıları ayağa kaldırdı. Bir akşam heyet halinde Camimize geldiler ve namaz sonrasında benden Fetva istediler.
Camiimiz çevresinde bulunan ve Marksist/Maoist öğrencilerin devam ettiği kahvehaneyi bombalama kararı almışlardı. Benden kararlarını onaylayıcı Fetva (Dinimizin ölçülerine uygun görüş) istediler.
Yürekli Bir Hoca Olduğum Bilinirdi
Konuşmalarımdan benim yürekli bir hoca olduğumu bilirlerdi ama ben onlara bekledikleri Fetva’yı vermedim. Katil veya katiller bilinse bile öldürme Fetva’sı veremeyeceğimi bildirdim. Kahvehanede bir çok masum öğrenci bulunabileceği için bombalamaya ise asla onay verilemeyeceğini, kaldı ki onay verilmesi halinde onların da işleyecekleri cinayetlere çanak tutulmuş olabileceğini beyanla itidal tavsiye ettim. İçlerinde daimi cemaatimiz olan makul kardeşler vardı. Yaklaşımımızı tasvip ettiler.
İhtilalden Bir İki Ay Önceydi
O günlerde, yani ihtilalden bir iki ay önce birden bir adam ortaya çıkıverdi. Yılan bakışlı, siyah sarıklı ve yeşil cübbeli kırk yaşlarında bir adam. Namaz vakitlerinde geliyor, abdest almaya giderken hançerini müezzinlerin bulunduğu – camiye girişteki- odaya bırakıyordu. Nöbetçi müezzinler biraz da korktukları için tavır koyamıyorlardı.
Rabbim samimi müslümana feraset; kişileri ve olayları sezinleme/kavrama gücü veriyor. Bu adamın sıra dışı vazifeli bir ajan olduğu kanaatine varmıştım. Hiç yüz vermiyordum. Ama kovamıyordum da.
Bir süre geçtikten sonra, özellikle de benim nöbetçi olmadığım günlerde tahrik edici konuşmalar yapıyor, cemaatin şapkaları/kasketlerini toplayıp yakıyordu. Cami ve yakın çevresi dışında neler yapmakta olduğunu zaten bilmiyorduk. Yapmam gerekeni yaptım ve durumu bağlı olduğumuz Eminönü Müftülüğü’ne bildirdim. Bildirdim de değişen bir şey olmadı.
Günler bu minval üzere devam ederken, çevreden camiimize gelen esnaf cemaatimiz de tanımadıkları kişilerden tehdit almaya başladılar. Ben artık her an vurulabilir olduğumuz inancındaydım ama yapabileceğimiz pek bir şey de yoktu. Olayların içinde olan kişi, durumun vehametini tam olarak kavrayamadığı için olacak insan biraz daha yürekli oluyor sanırım.
İhtilalle Uyandık
Ve bir sabah ihtilalle uyandık. Yanılmıyorsam Cuma günüydü. Kasımpaşa’da oturuyordum, Cuma namazlarını ben kıldırdığım için camiye gelmem gerekiyordu, ama sokağa çıkma yasağı vardı. Gerçekten gelip gelemediğimi, Cumayı kıldırıp kıldırmadığımı hatırlayamıyorum. Kasımpaşa’da evimin bitişiğinde olduğu için Kadımehmet Camiinde kıldırmış da olabilirim
Olayların Tırmandırıldığına İlişkin Pekiştirici Belge
Yukarıda, ülkemizin ihtilale hazırlandığını, olayların planlı bir şekilde tırmandırıldığını söylemiştim. Bu inancımı kesinleştiren bir özel olay da yukarıda açıkladığım simsiyah gözlü, sarıklı, cübbeli ve de hançerli adam olayıdır. Şimdi anlatacaklarıma kulaklarımızı açalım:
İhtilalden birkaç ay sonraydı. Kitaplarımın yayını ve pazarlamasıyla ilgili işlerimi takip için Cağaloğlu’na gitmiştim. Matbaacılar /Kitapçılar arasında mekik dokuyarak işlerimi bitirmiş yorgun ve dalgın bir şekilde yürüyordum ki bir elin omuzlarıma dokunduğunu hissettim. Arkama döndüğümde o yılan gözlü ajanın zehirleyici bakışlarıyla irkildim, sakalı yoktu, üzerinde siyah sarığı ve yeşil cübbesi de yoktu ama gözleri kendisini ele vermişti.
Hulâsa adamı tanımıştım.
Alaycı bir ifadeyle beni tanıdınız mı dedi ve ben de ona şu cevabı verdim:
– Seni ilk gördüğüm gün tanımıştım. Bunu sen de biliyordun. Bugün, bilgimi pekiştirmiş oldum.
Yılların Ardından Görebildiklerim
Aradan tam kırk yıl geçti. Ülkemizin çocuklarına, hem de yürekli ve amaçlı çocuklarına zalimlerce nasıl kıyıldığını daha iyi anlayabiliyorum. Yukarıda satırlar arasında geçen Marxist /Maoist, Ülkücü ve Akıncı şeklindeki ayırımcı ifadelerimden üzüntü duyduğumu ifade etmeliyim. Üç gruba ayırdığımız fıtrat veya iman kardeşlerimiz olan bu gençler Allah’ın en güzel kıvamda yarattığı insanlarımızdır. Allah bizlerin de onların da varlıklarına tüm hak ölçüleri ve güzellikleri kodlamıştır. Onlarla yakından temas edebilseydik birleşebileceğimiz pek çok ortak noktamızın olduğunu, farklılıklarımızın da potansiyel zenginliğimiz olduğunu kavrayabilirdik. Onlar da anlayabilirlerdi.
1970 yılında şehid edilen Ülkücü kardeşimiz Süleyman Özmen’in ve 1980’ de Akıncıların fikir öncülerinden şehidimiz Sedat Yenigün kardeşimizin cenaze namazlarını kıldırmak da bana nasip oldu. Söylemek istediğim, bu kardeşlerimizin bağlı olduğu camiaları da bilirim. Hadi bunları doğal kabul edelim de…Selçuk Kozağaçlı’ya ne demeli?
Selçuk Kozağaçlı
6 Kasım 2012 Salı günü Fatih Altaylı’nın yönettiği Teke Tek programına katıldım. Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı da benim gibi katılımcıydı. ‘İdam Cezası’ konulu bu programda konuya İslâm açısından yaklaştım. Rabbimizin açık Kur’ânî hükmüyle, İslâm’ın kasıtlı katiller için af ve tazminat seçenekli ölüm cezası koyduğunu açıkladım. (el-Bakara2/178) https://www.youtube.com/watch?v=X1WnLBEcAKI
Siyasi amaçlı ölüm cezası verilemeyeceğini dile getirdim. İlk defa burada karşılaştığımız ve beni ilgiyle izleyen Selçuk Kozağaçlı, program sonrasında beni sarılıp kucakladı ve ‘ seni daha önce niye tanıyamamışız hocam ’ diyerek de takdirlerini ifade etti.
Benimle, DHKP-C terör örgütüne üye olmakla suçlanıp ceza alan ‘Selçuk Kozağaçlı’yı birleştiren çizgi hiç şüphesiz Allah’ın varlığımıza kodladığı fıtrat değerleridir. Beşeri yorumlarla kısırlaştırılmayan İslâm, insan fıtratıyla örtüşür, asla çelişmez. Maddî veya mânevî çıkarlarına mağlup olmayan insanın varacağı yer İslâm’dır. Çünkü İslâm yalnızca dünya hayatını değil ebedî hayatı da kuşatıyor ve Cennet ile taçlandırıyor.
Biz Selçuk Kozağaçlı’ya bakarken, Uhud’da Müslümanları çökerten ve yakın geleceğin Seyfullah’ı olacak olan Halid b. Velid’i görmek, çağrıştırmak istiyoruz. Gelecekte 12 Eylül darbelerini engelleyecek olan, bizim bu gibi birleştirici ve kaynaştırıcı yaklaşımlarımız olacaktır.
H atıratımın bu bölümünü yazmaya başlamadan önceydi. 5 Temmuz 2019 da emekliye ayrılacak İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz kardeşimiz için hazırlanmakta olan programın çekiminde duygularımı açıklamak için İstanbul Müftülüğü’ne gitmiştim. Hasan Kâmil Bey kardeşimizin yanında müşterek bir dostumuz vardı. Ünlü bir akademisyen olan bu kardeşimiz konuşmamız sırasında doğruluğuna inanarak şöyle bir menkıbe nakletti:
Kabul Edemeyeceğim Tasavvufi Yaklaşım
Son dönem mutasavvıflarından Küçük Hüseyin Efendi 100 kadar yetim talebenin bakımı ve yetiştirilmesini üstlenmişti. Ölüm döşeğine düşünce yetimler, ‘bizim halimiz nice olur’ deyip kendisine uzun ömürler vermesi için Allah’a dua etmeye başlamışlar. Yetimlerin duaları ölüm döşeğindeki Küçük Hüseyin Efendiye malum olmuş ve bir müridi aracılığıyla yetimlere haber salıp şöyle demiş:
– Duayı bıraksınlar. Ölüm meleği geldi, bekliyor, onların duaları sebebiyle de vazifesini yapamıyor.
Bu olayı, hâşâ dostumuzu yerme amacıyla değil, bir yaklaşımı aktarma gayesiyle naklettim.
“Eceli gelen insanların ölümünün tehir edilmeyeceğini” açıklayan Münafikun sûresinin 11. âyeti ve benzerleri ile çelişen böylesi menkıbelere dayalı bir tasavvuf anlayışını benimsemediğimi öncelikle belirteyim.
Tezkiye Görevine ve Yararlanmaya Evet
Aziz Peygamberimizin görevlerinden biri olan Tezkiye/rûhen temizleme ve olgunlaştırma görevini üstlenecek alimlerin varlığına ve onların Kur’ân ve Sünnet çizgisinde yapacakları tebliğ çalışmalarının gereğine ve bu gibi insanların sohbetlerine katılımla yararlanılması lüzumuna inanırım.
Kur’ân’ın ve Sünnet’in buyrukları gereği Allah’ın çokça zikredilmesi, farzların dışındaki salih/güzel amellerin ruhen geliştiriciliği ve Allah’a yaklaştırıcılığını da kabul ederim. Ama yukarıda nakledilen türden menakıba dayalı tasavvufa yabancıyım . Sözün özü Kur’ân ve Sünnet hükümleri baş üzeredir. Gayrısından beriyim.
Mehmet Zahid Efendi ile Tanışmam
1971’ de Süleymaniye Camii imam-hatipliğimin ikinci yılında ilk haccımı yapıyordum. Beklediğim ve muhtaç olduğum iç huzuruna ve gözyaşlarına bir türlü kavuşamamıştım. Dilenen simsiyah derili ve kara gözlü çocuklara riyaller verip onlardan dua isteyerek bir kapı aralamıştım ama yetmiyordu.
Çevremdeki halis insanlara, ‘duası müstecap olacak bir Allah dostu yok mu bana gösterebileceğiniz’ dediğimde ‘Mehmet Zahid Efendi’ var dediler. Ararsanız bulursunuz. Gittim, buldum kendimi tanıttım ve ‘Efendim gözlerimden müştekiyim, ümit ettiğim ruhsal gelişime yol açamıyorum’ deyip dua istedim.
Doğal hallerinde güleç olan insanlara hep imrenmişimdir. 26 yaşında bir genç olmam duygulandırmış olacak ki tebessümüne tebessüm katarak başımı okşadı ve dua etti.
Benim yürekten arzularım mı, hocamızın mümin kardeşine duasının kabulü mü bilemiyorum, sanırım her ikisinin bereketiyle gözümde yaşlar birikmeye, gönlümde ışıklar parıldamaya başlamıştı. Tavafa girip kendimi gürül gürül akan insan seline bıraktım.
Arafat’ta kayboluşumun sabahında, Hocamızın Mina’da ki sohbetine katıldım ve Mürselat sûresini okudum. ‘Ne güzel Kur’an okuyor’ demişlerdi.
Tanıştığımız hac mevsimi sonrasındaki yıllarda kendisiyle bir çok defa görüştüm. Duasını aldım.
Hastalandığında ziyaretine gittim. Hatırladığıma göre görüşemedik.
Hastaneye gelen ziyaretçiler arasında merhum Turgut Özal da vardı.
Büyüklerimize İlişkin Derin Yanılgımız
Şiilerde olduğu gibi, Sünnî denilen insanlarda hatasız Masum İmam/Hatasız Önder görüşü yoktur. Ama fiili durum böyle değildir. Bizler sevdiğimiz saydığımız insanları hatasız gibi görürüz. Oysaki her insan yanılabilir; Dinimize ve ortak aklın verilerine aykırı davranışlar gösterebilir.
İslâm bilginlerinin bir kısmı bazı farklı yorumlar yapsa da Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de evrensel kıldığı Peygamberimiz Hz.Muhammed’e, [“Allah’ın sana helâl kıldığını niçin yasaklıyorsun”, “Allah seni affetsin…” ve “Günahların için bağışlanma dile”] buyurarak günah isnad etmektedir. (el-Tahrim 66/1; el-Tevbe 9/43; Muhammed 47/19)
Peygamberimiz de Kur’ân çizgisinde beşer olduğunu beyan ederek hata edebileceğine dikkatlerimizi çeker. Ancak dinimizden olduğunu açıkladığı hususlarda kendisine itaat etmemizi emreder.
Sonuç olarak, bendeniz de Mehmet Zahid Efendiye hata edebilecek insan gözüyle bakar, Kur’ân ve Sünnet anlayışıma göre özellikle kitaplarındaki bazı görüşlere katılmazdım. Ne var ki gereken saygıyı da gösterirdim.
Ölüm Haberi ve Hutbe Hazırlığım
Hasta olduğunu biliyorduk. 12 Kasım 1980 Perşembe günü Süleymaniye Camii’nde imamlık nöbetim sırasında Mehmet Zahid Efendinin ebedî âleme irtihali haberi geldi. Bu haberle birlikte 13 Kasım günü, Cuma namazından sonra kılınacak cenaze namazı akabinde Süleymaniye hazîresinde/ kabristanında hazırlanan kabrine defnedileceğini de öğrendik.
Kendisini tanıyan diğer bütün insanlar gibi ben de derinden üzülmüştüm. Ama benim vefa borcumu ödeyebilmem ve hitabete ilişkin vakfiye şartlarına uygun olarak güncele göre hutbe okuma görevimi yerine getirebilmek için “İslâm Alimlerinin Yüceliği ve Onlara Olan İhtiyaç” konusunda bir hutbe hazırlamam gerekiyordu. Çalışmaya başladım ve o gece hutbemi hazırladım ve Cuma günü tekrar tekrar gözden geçirerek camiye geldim.
Süleymaniye’de İmam-Hatiplik görevimin 11. yılını bitiriyordum. En az beş yüz Cuma ve Bayram namazı kıldırmıştım. Kadir Gecesi ve Bayramlarda cemaatimizin dış avlulara taştığına tanık olmuştum. Ancak Mehmet Zahit efendinin cenaze cemaati bir başkaydı. Ben minberden yalnızca cami içindeki cemaati görebiliyordum. Cami içindeki cemaatin birkaç katının da dışarıda olduğunu tahmin edebiliyordum. Daha sonra yapabildiğimiz tahminlere göre cemaatimiz yaklaşık 30 000 /otuz bin civarındaydı.
Cuma hutbesini okumak için Diyanet İşleri Başkanlığı veya İstanbul Müftülüğü’nden bir talep gelebilirdi ama gelmedi. Kendimi bildiğim için rahatlıkla söyleyebilirim, gelseydi bile irademle görevimi devretmezdim.
Hüzünlü bir coşku ile düzgün sarığım ve beyaz cübbemle cemaati yararak minberin önüne geldim. Tam oturmuştum ki yanıbaşımda meşhur ve şimdilerde merhum olan Yaşar Tunagür Hocayı gördüm. Kendisini bana göstermişti. Hutbeyi kendisine teklif etmemi bekler gibiydi. Zannederim kendisini de hazırlamıştı. Beklentiyi sezinledim ama saygılı bir tebessüm göstermekle yetindim.
Minber’de Şahlanışım
O günkü hüznümü, heyecanımı ve hutbemi sunarken Minber’den şahlanışımı unutamam. Allah dostu olduğuna inandıkları için sevdikleri bir büyüğümüz için bir kısmı Anadolu’dan gelmiş böylesi on binleri aşan halis bir cemaate hutbe okumak ve namaz kıldırmak Rabbimin bana ihsan buyurduğu, unutamadığım ve unutulmayan nimeti oldu. Hutbemin kendisinden çok sunumu izler bıraktı.
Hutbemizi, İslâm Nizamı isimli hutbe kitabımızın birinci cildinde yayınladık. Okumayı arzu edenler için Web sitemizdeki Linkini veriyorum http://www.alirizademircan.net/islam-alimleri-
nin-yuceligi-ve-onlara-olan-ihtiyac-3-93h.html Hutbemi şu cümlelerle bitirmiştim:
“Yaşadığımız döneme kadar uzanan gerileme devirlerimiz boyunca çok az yetiştirebildiğimiz gerçek İslâm âlimlerinin asrımızdaki sayılı örneklerinden biri daha aramızdan ayrılmaktadır.
İşte, bugün burada Cuma namazından sonra kabrine defnedeceğimiz İslâm âlimi, kâmil insan, büyük terbiyeci Mehmet Zâhid Efendi Hazretleri, irfan semamızda ğurub eden (batan) mâna güneşlerimizden biridir.
Rahle-i tedrisinden ve mânevi terbiyesinden feyz alan münevverlerle memleketimize ışık saçmış ve ümit olmuş bu Allah dostu için yalnız ülkemiz değil İslâm ülkeleri matem tutsa layıktır.
Takip ettiği irşad yolunun büyüklerinden Ahmet Ziyauddin Gümüşhanevî, Ömer Ziyauddin Dağıstanî, İsmail Necati, Hasan Hilmi ve Mustafa Feyzi (Kaddesellahu ervahahum) hazeratının arasında kabrine tevdi edeceğimiz büyük Şeyhimize Yüce Allah’tan mağfiret ve yüksek makamlar diler, İslâm alemine ve milletimize başsağlığı dilerim.»
Altını Bir Daha Çizeyim
Büyük mürşid Mehmet Zahit Kotku Hazretlerinin irtihal-i dar-ı beka eylediği 12 Kasım 1980 günü akşamı yazıp 13 Kasım 1980 Cuma günü Süleymaniye camii minberinden otuz bini aşkın cuma ve cenaze cemaatine sunduğum hutbem ömrümün hutbesi oldu.
Rabbim Mehmet Zahid Efendiye rahmet eylesin. Bizim cenazemizi de ona nasip olan cemaat gibi halis bir toplulukla şereflendirsin.
(DEVAM EDECEK)