Tevhid inancının temel unsuru Allah’ın vahdaniyetini imanın temeli olarak kabul etmek ve insanın hayatını düzenleyen her hususun vahye dayalı olduğuna inanmaktır. Bu çerçevede iman şekillenince Cenab-ı Allah’tan gelen her emir ve nehyi itirazsız kabul edip kutsiyetine iman etmek zaruri bir hal olur. Tevhid inancının genel ilkeleri dahilindeki ibadetlerin önemli bir kısmı zaman ve mekana bağlıdır. İşte bu ibadetler zaman ve mekana bağlı olunca belli zaman ve mekanlar da bu ibadetlerin bir kısmını oluştururlar ve dolayısıyla bazı zaman ve mekanlar ibadetlerin tamamlayıcı unsurları olarak kutsallık özelliğini kazanırlar.
Bu çerçevede ilk insan ve ilk Peygamber olan hz. Adem (a.s)’ın dünyaya indirildiği, Havva ile buluştuğu ve yeryüzünde ilk ibadetini yaptığı yerler kutsal sayılmış ve bu kutsallık önemli ibadetler için mekan kabul edilerek kutsallıkları nesilden nesile devam etmiştir. Bize bugüne intikal eden bazı bilgilere bakılırsa hz. Adem ve hz. Havva’nın buluşma mekanları Arafat tepesidir. Kutsallığı da o günden beri devam etmektedir. Daha sonra hz.İbrahim’in hanımı Hacer ile oğlu İsmail’i alıp Bekke/Mekke vadisine getirip bırakmasının ardından susuz kalan anne ve bebeğinin su ihtiyacını karşılamak üzere cenab-ı Allah’ın hikmetiyle burada fışkıran zemzem suyu; hz. İbrahim’in oğlunu kurban etme meselesinden dolayı Mina ve Müzdelife gibi yerler mukaddes mekanlar olmuş ve bunlardan Mina, Allah’a yakınlık maksadıyla kurban kesme mekanı olmuştu. Aynı şekilde İbrahim ve oğlu İsmail (a.s) tarafından Allah’ın emri üzerine insanlar için bir ibadet mekanı olsun diye inşaa edilen Kâbe kutsal bir mabed olarak kabul edilmiştir.
Kâbe’nin kutsallığı ile ilgili inanç, hz. İbrahim devrinden itibaren bu bölgede yaşayan insanlar tarafından devam ettirilmiş ve bu kutsallık daha sonra şirk dönemlerinde bile sürdürülmüştür. Rasulullah Muhammed’in (sav) peygamberliği ile de bu kutsiyet yeniden te’yid edilerek ebediyen, kıyamete kadar süreceğine iman edilmiştir. Rasulullah’ın Yesrib’e hicret etmesi üzerine Onun talimatıyla sınırları belirlenip “hicret yurdu” olarak kabul edilen ve Peygamber şehri anlamına gelen “Medinetu’n-nebi” adıyla anılan bu şehir ve burada peygamber ve arkadaşları tarafından inşa edilen ve Mescidu’n-nebi diye anılan mescid bu kutsal mekanlar arasında yer almıştır.
Böylelikle hz. Adem devrinde kutsallaşan Arafat tepesinden son peygamber hz. Muhammed ile kutsallaşan Mescid-i Nebevi’ye kadar devam eden bu dönemlerde kutsal kabul edilen mekanlar kutsiyetlerine iman edilen yerler olmuştur.
Bütün bu kutsal mekanlar içinde dünya tarihinin son yirmi bir asrında üç dinin mensupları tarafından kutsal kabul edilen Kudüs ve Mescid-i Aksa adeta paylaşılamamaktadır. Ancak bu şehrin ve içindeki kutsal mekanların kutsallığı Allah tarafından belirlendiğine göre Allah’ın indirdiği hükümler ve şeriatlerin hükümleri çerçevesinde değerlendirilmesi de yine vahiy gereğidir. Bu şehir ve şehirdeki kutsal yerlerin paylaşılamaması meselesine biraz sonra gelmek üzere son ilahi vahyin ve son Peygamber’in Rabbinden aldığı ahkâma dayalı olarak kutsallıklarının en son durumlarını incelemeye çalışalım.
Kudüs imar edildiği günden beri Şam diyarının merkezi ve başkenti olagelmiştir. Hz. İbrahim ve Hz. Lut (as)’ın Filistin bölgesine gelip yerleşmelerinden beri bu bölgenin tümü mübarek kabul edilmiştir, “Biz onu (İbrahim’i) ve (yeğeni) Lut’u alemler için mübarek kıldığımız arza (yere ulaştırıp) kurtardık”, (Enbiya, 21/71). Bereketli veya mübarek kılınan bu bölgenin mübarek olarak kabul edilmesinin nedeni Cenab-ı Allah’ın hikmetiyle bereketlendirilmiş olduğundan bereketli anlamında mübarek veya burada çok peygamber gelip geçtiği ve burada vefat edip defnedildiği için mübarek kılındığı ifade edilmektedir.
Aynı şekilde, Kuran-ı Kerim’in Mescid-i Aksa’dan söz ederken etrafının mübarek kılındığını ifade buyurmuş olması da son derece manidardır. “Bir gece kendisine, yarattığımız harikalardan (evrenin işleyiş kanunlarından) bir kısmını gösterelim diye kulu Muhammed’i Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah’ın şanı yücedir (her türlü eksiklikten uzaktır). O, her şeyi işiten ve görendir,” (İsra, 17/1). Yeryüzünde inşa edilen ilk mescidin Mekke’deki Mescid-i Haram olduğu bilinmektedir. Bu mescidin hz. Adem veya ondan sonra gelen evladından birileri tarafından inşa edilmiş, hz. İbrahim ve oğlu İsmail (a.s) tarafından da bu inşanın yenilenmiş olduğu kaydedildiği gibi bu baba-oğul iki peygamber’in ilk temellerini atıp ilk defa kendilerinin bu mabedi yaptıkları da ifade edilmektedir.
Yeryüzündeki ikinci mescidin ise Mescidi Aksa olduğu Hz.Peygamber’den gelen hadislerle anlatılmaktadır. Bazı tarihçi ve yorumcuların kanaatlerine göre Mescid-i Aksa hz. Davud (a.s) tarafından inşasına başlanıp Süleyman (a.s) tarafından bitirilmiştir. Bir başka yoruma göre ise bu mescid Davud (a.s)’dan önce vardı. Fakat onun zamanına gelinceye kadar bina bir hayli hırpalanıp eskidiğinden Davud ve Süleyman (a.s) tarafından yeniden inşa edildiği de belirtilir. Hz. İbrahim (a.s)’dan hz. İsa (a.s)’a gelinceye kadar bir çok Peygamber bu bölgeden gelip geçtiği ve tevhid inancının kutsallığını onaylandığı Mescidi Aksa’nın burada bulunmasından dolayı etrafı mübarek kılınmış bir bölgedir.
Hz. İbrahim’in bir oğlu kutsal mekân olan Hicazda diğer oğlu bir başka kutsal mekân olan Kudüs ve çevresinde bulunuyordu. Hz. İshak ve oğlu Yakub Filistin ve Kudüs’te hüküm sürerken Yakub (a.s)’ın oğlu Yusuf’un Mısır’a yerleşmesi ve sonra ailesini yanına aldırmasıyla bu kutsal mekanın yöneticileri bölgeyi tümüyle terk etmemiş yerlerine Salih ve Allah’a itaat eden kendileri gibi iman eden kimseleri görevlendirmişlerdi. Zira bütün kutsal mekanlar Allah’ın hükümlerini yeryüzünde en mükemmel şekliyle uygulayan ve Allah’ın razı olacağı adalet ilkelerine ve tam anlamıyla tevhide bağlı adil ve vahye dayalı bir yönetim tarafından yönetilmelidir. Zira yeryüzüne Salih kulların mirasçı olabileceğini Cenab-ı Allah hükme bağlamış ve bu durum adeta bir sünnetullah olmuştur.
“Hani Rabbi İbrahim’i birtakım kelimelerle sınamıştı. O da bunların gereğini en iyi şekilde yerine getirmişti. (Allah): “Ben seni insanlara önder kılacağım” demişti. İbrahim: “Zürriyetimden (soyumdan/neslimden gelenleri) de” deyince bunun üzerine Rabbi: “Benim verdiğim söz zalimleri kapsamaz” demişti. (el-Bakara, 124). Yani zalimleri asla önder kılmam buyurmuştu cenab-ı Allah. Bu ayetin ve “Andolsun ki Biz Tevrattan sonra Zeburda da: Yeryüzüne benim Salih kullarım mirasçı olur” diye yazdık” (el-Enbiya, 21/105) ayetinin hükmüne göre bu kutsal mekanlar yukarıda yönetimlerinin ilkelerini verdiğimiz adil yöneticilerin yönetiminde olabilir.
Bu çerçevede Hz. Yakup ve Yusuf’un Mısır’a yerleşmelerinden sonra Kudüs ve Filistin çevresini de kendileri gibi iman edenlerin yönetiminde ve kontrollerinde tutuyorlardı. Ancak Filistin’e Amalikalıların, Mısır’a da Firavun yönetimlerinin hakim olup bu bölgelerde yaşayan insanların tevhitten uzaklaşmaları üzerine Cenab-ı Allah yeni bir peygamber olarak hz. Musa’yı gönderdi. Musa (a.s) kavmini ve firavun yönetimini Allah’ın ahkamına uysunlar ve ona ibadet etsinler diye tevhid inancına davet etti. Kendisine iman edenlerle birlikte Mısırdan çıkıp Filistin’e gitmek üzere yola çıkardı. Allah’ın kendilerine verdiği bunca nimetlere rağmen mukaddes topraklara girin denildiği zaman, orada zalim ve zorba bir yönetimin olduğunu onlar oradan çıkmadıkça asla mukaddes yer de olsa oraya girmeyeceklerini ve Musa’ya “Onlar orada bulunduğu müddetçe oraya gitmeyeceklerini söyleyip “Git sen ve Rabbin onlarla savaşın, biz burada oturuyoruz” diyecek kadar azgınlaştılar. Bunun üzerine Musa, kendisi ve Kardeşi Harun’dan başka kimsenin kalmadığı hususunda Rabbine dua edince bu korkak kitle Allah’ın kendilerine verdiği bunca güzel nimetlere rağmen Allah’ın dinine sahip çıkmadı. Bunu için de Allah onları elli iki yıl müddetle Tih çölünde şaşkın şaşkın dolaşmak üzere cezalandırdı ve Musa’ya hitaben “Artık sen de o fasıklar topluluğu için tasalanma” buyurarak kutsal mekanlara fasıkların sahip ve mirasçı olamayacağını bildirdi, ( el-Maide, 5/20-26).
Burada görüldüğü gibi zaman zaman kutsal mekanlara zorba güçlerin hakim olabileceğini fakat ne olursa olsun cenab-ı Allah’ın, mü’minlerin bu kutsal yerlere sahip olmalarını istediğini ve buralara sahip çıkmayan korkak kimselerin de fasıklıkla nitelendirildiğini ve Allah tarafından yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaştırıldıklarını görüyoruz. Dün de böyleydi bugün de böyledir. Kuran-ı Kerim’in uzun uzun anlattığı Musa kıssasında İsrailoğullarının Allah’a karşı geldiklerinden dolayı fasık ve lanetlenmiş bir kavim oldukları hususunda hiçbir tereddüt söz konusu değildir. İsrailoğullarının lanetlenerek bu kutsal mekanlardan mahrum bırakıldıkları gayet açık bir husus iken ve daha sonraki dönemlerde de birkaç peygamberi öldürüp Allah’a karşı suç işleyen kimseler olarak lanetlenmiş, Allah’ın huzurundan ve bu kutsal topraklardan kovulmuşlardır.
Allah bu kutsal toprakların daima Salih kimselerin yönetiminde kalmalarını irade buyurmuş, fasık ve zorbaların hakimiyetine geçen bu toprakların tekrar peygamberlerin veya peygamber mirasçılarının eline geçmesini istediğinden dolayı sık sık bu bölgeye peygamberler gönderip hep onları uyarmıştır. Musa’dan sonra gelen ve İsrailoğullarına mensup birçok peygamberin içinde Davut ve ardından Süleyman’ın gelip bu topraklarda Allah’ın şeriatıyla güçlü bir devlet olarak hükmetmelerinin sebebi budur. Davud öncesinde de Allah İsrailoğullarını tekrar küfre karşı cihad etme hususunda imtihan etmiş ve onlara Talut’u hükümdar olarak belirlemişti. Fakat yine itaat etmeyip isyan ederek bu mukaddes topraklar uğruna savaşmaktan kaçınmışlardı. İşte bütün bu olaylar çerçevesinde Davud ve Süleyman (a.s)’dan sonra bu kutsal mekân ve toprakların mutlaka mü’min ve muvahhidlerin yönetiminde olması gerektiğini anlıyoruz. Allah’a oğul isnad eden Kâfir ve müşriklerin bu topraklar üzerinde velayet hakları olmamalıdır. Özellikle daha sonra Zekeriyya ve Yahya (a.s)’ı öldüren zalimlerin bu topraklar üzerinde velayet hakkına sahip olamayacakları açıktır.
Bu olayların ardından Cenab-ı Allah yeni bir Peygamber göndererek mukaddes emaneti yeni bir mü’min ümmete miras bırakmayı arzu etti ve İsa (a.s)’ı büyük mucizelerle göndererek İsrailoğullarının yeniden tevhide davet edilmesini istedi. Ona da iman etmeyip öldürmeye kalkıştılar. Bütün bu olaylara baktığımızda İsrailoğulları kendilerine vadedilen bu toprakların değerini kavrayamamış hep isyan etmiş, peygamberlerin kanını akıtmış ve Allah’ın dinini ve tevhid inancını korumaları gerektiği halde buna yanaşmamış olduklarından dolayı cezalandırılarak ebediyen bu kutsal mekanlara sahip olmaktan uzak tutulmuşlardır.
Musa (a.s) ve ondan sonra gelen peygamberlere birçok sıkıntı çektiren İsrailoğullarına Allah Babil hükümdarı Buhtunnassır’ı musallat kılmış asırlarca süren Babil esaretini onlara acı bir şekilde tattırmıştı. Zekeriyya ve Yahya (a.s)’ı öldürmeleri ve İsa (a.s)’ı öldürmeye teşebbüs etmelerinin ardından da müşrik Roma İmparatorlarını musallat kılmış ve yine onlar için asırlar süren bir başka esaret devri başlamıştı. Bu İsrailoğullarının kendi elleriyle işledikleri zulmün sonu ve bu zulmün cezasıydı. İşte bu zulüm ve yanlışlıklarından Allah’ın emirlerine isyan edip durmaları sonunda bu kutsal mekanlar üzerinde hiçbir hakları kalmadığını görüyoruz. Buranın kutsallığı kimlere intikal ettiğini bir sonraki yazımızda anlatacağız.
AHMET AĞIRAKÇA