Geçtiğimiz yıllarda İstanbul’da yaptığım bir söyleşide/sohbette Hz. İsâ ve O’nun on üçüncü havarisi olarak adlandırılan Mecdelli Meryem konusu üzerine basılmamış bir kitabımdan bazı bölümleri paylaşmıştım. Söyleşi sonrası bir dinleyicim yanıma geldi ve bana şunları söyledi: “Necmettin Bey! Sizi yıllardır dinlemeseydim. Bugün bize Hristiyanlık propagandası yaptığınızı rahatlıkla söylerdim.” İşte o gün bir kez daha şunu anladım ki; biz Hz. İsâ’nın bir İslâm peygamberi ve O’nun havarilerinin de Müslümanlar olduğunu hâlâ anlayamamışız. Elbette bu gerçeklik Allah’ın gönderdiği tüm peygamberleri de kapsamaktadır. Çünkü; ilk peygamber Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed’e kadar gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin tek dini vardır ve o da “İslâm”dır. Yâni başka bir ifâde ile tüm peygamberler İslâm peygamberidir ve hepsi tevhid gerçeğini kendi zamanlarının insânlarına –tekâmül süreçlerine uygun– tebliğ etmişlerdir. Bu nedenle Kur’ân bizden, peygamberler arasında ayrım yapmamamızı ister ve imanımızın koşullarından birinin de hiçbirini dışarıda bırakmaksızın tüm peygamberlere inanmak olduğunu vurgular.[1]
Mâide Sûresi, kaynakların ifâdesine göre Hz. Peygamber’e vahyedilmiş olan Kur’an’ın son bölümlerinden biridir. Bu konudaki görüş birliği, sûrenin H.10. yılda, Hz. Peygamber’in Vedâ Haccı sırasında nazil olduğu şeklindedir. 120 âyetten oluşmuş bu sûre Kur’ân’ın elimizde resmi dizilişinde beşinci, inzâl/iniş sırasına göre de 110. sûresidir. Konumuz açısından sûrenin 3. âyeti bize önemli bilgiler vermekte ve farklı çağrışımlarda bulunmaktadır: “Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim, nimetlerimin tamamını size bahşettim ve Bana teslimiyeti sizin dininiz olarak belirledim.”[2]
Bu âyet, Hz. Peygamber’in çağdaşlarının şahitliğine dayanan eldeki bütün rivâyetlere göre, Hz. Peygamber’in vefatından seksen bir veya seksen iki gün önce, H. 10. yılda Zilhicce’nin 9’unda bir Cuma günü öğleden sonra Arafat’ta nazil olmuştur ve bu âyetten sonra başka hiçbir âyet indirilmiş değildir. Genelde müfessirler bu âyeti tefsir ederken çok farklı yaklaşımlar da bulunmuşlardır. Konuya Hz. Peygamber’in risâletinin başlangıcından bu âyete kadar olan tarihi süreç çerçevesinde yaklaşanlar, 23 yıllık bu mücadele sonunda artık müşriklerin veyâ hakîkat inkârcılarının Müslümanları/İslâm’ı ortadan kaldırmak gibi bir umutlarının kalmadığını, Allah’ın indirdiği vahiy/Kur’ân ile –en büyük nimet olarak– inananların imanlarını ve bu vahyi hayata geçirme noktasındaki kararlıklarını kemâle erdirip güçlendirdiğini ve en önemlisi de kendilerine din olarak “İslâm”ı seçtiğini söylemişlerdir. Görülüyor ki; âyette İslâm yâni insanın Allah’a kendini teslim etmesi Müslümanlar için sahih dînin temeli veya temel ilkesi olarak kabul edilmiştir.
Fakat âyete daha geniş bir çerçevede yaklaştığımızda şunu da söylememiz mümkün gözükmektedir. Âyette kemâle erdirildiği/tamamlandığı söylenen din, özel anlamında Müslümanların dini olarak kullanılan “İslâm” terimi olsa da, genel ve geniş anlamda Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar gelen tüm peygamberlerin ortak tevhid inanışının adıdır. Yâni tamamlanan bu din sadece yirmi üç yılda Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği din değil, onunla ancak tamamlanan iman/tekâmül/üstün ahlâk sürecidir. Şüphesiz böyle bir bakış açısı bizi “dinler” kavramına değil “tek din” kavramına getirecektir ve bunun da bizi ulaştıracağı sonuç, tüm peygamberlerin tebliğ ettiği dinin İslâm, bu tebliğe teslim olanların da –hangi çağda yaşarsa yaşasınlar– Müslüman oldukları gerçeğidir.
Sözünü ettiğimiz bu gerçekliği Kur’ân’ın birçok âyetinde bulabiliriz. Örneğin; Âl-i İmrân/52. Âyette Hz. İsâ, “Allah’ giden yolda benim yardımcılarım kimlerdir?” sorusuna Havariler[3] şu karşılığı vermişlerdir: “Biz, Allah’ın yardımcılarıyız. Allah’a iman ettik ve şahit ol ki biz Müslimlerdeniz/şirki terk ederek tevhidle Allah’a yönelen kullardanız.”[4] Dikkat edilirse Hz. İsâ’nın havarileri kendilerini “Müslim” yani yalnız Allah’a teslim olmuş Müslümanlar olarak tanımlamaktadırlar.
Yine Yunus/72. Âyette Hz. Nûh, kendisine karşı çıkmakta ısrarlı davranan kavmine şöyle söylemiştir: “Eğer yüz çeviriyorsanız, sizden zaten hiçbir ücret istemedim. Benim ücretim, ancak Allah’a aittir. Bana Müslümanlardan olmam emredildi.”[5] Âyette “Müslümanlardan olmak” şeklinde çevrilen ifâdenin aslı “Müslim” kelimesidir.
Bir başka âyette Hz. Yusuf’un, kendisini Mısır’da büyük bir mülk ve nimete kavuşturan Allah’a şöyle duâ etmektedir: “Ey Rabbim! Bana nüfûz ve iktidar bahşettin; olayların altında yatan gerçekleri kavrayıp açıklama bilgisi verdin. (Ey) göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada ve âhirette benim yanımda yakınımda olan/beni koruyup destekleyen Sensin: canımı, Müslim olarak al ve beni dürüst ve erdemli insanların arasına kat!”[6] Bu âyette de görülüyor ki; Hz. Yusuf, bir “Müslim/Müslüman” olarak ruhunu Allah’a teslim etmek istemektedir.
Yine Bakara/133. âyette Hz. Yakub, son nefesini vermeye yaklaştığı anlarda oğullarına “Ben gittikten sonra siz kime kulluk edeceksiniz?” diye seslendiğinde oğulları ona şu cevabı vermişlerdir: “Senin ilâhına, ataların İbrahim, İsmail ve İshâk’ın ilâhına, Tek İlâha kulluk edecek ve O’na teslim olacağız!”[7] Yine bu âyette de tanık olduğumuz gibi Hz. Yakub’un çocukları “Müslim” olarak hayatlarını sürdüreceklerini söylemektedir.
Bu âyetin devamında yer alan âyetler de konumuz açısından çok önemli açılımlar bize kazandırmaktadır. Bakara/135. âyette Yahudi ve Hristiyanların “doğru yolu bulmada” kendilerinden olmak teklifine[8] Bakara/136. âyette verilen cevap şöyledir: “Deyin ki: Biz Allah’a inanırız; ve bize indirilene; ve İbrahim’e, İsmail’e, İshâk’a, Yakub’a ve onların soyundan gelenlere indirilene; ve Musa’ya, İsa’ya ve Rableri tarafından [diğer] tüm peygamberlere tevdî edilmiş olana [inanırız]; onların arasında hiçbir ayrım yapmayız. Ve biz O’na teslim olanlarız.”[9] Bu cevaptan da anlaşılıyor ki; ismi sayılan bütün bu peygamberler İslâm peygamberidir, onların arasında ayırım yapılmaz ve Allah’a teslim olanların ortak adı da “Müslim”dir.
Bir diğer âyette Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil Kâbe’nin temelini yükseltirken şöyle duâ etmişlerdir: “Ey Rabbimiz, bizi Sana teslim olanlardan kıl ve bizim soyumuzdan Sana teslim olacak bir topluluk çıkar, bize ibadet yollarını göster ve tevbemizi kabul et: şüphesiz yalnız Sensin tevbeleri kabul eden, rahmet dağıtan!”[10] Bu âyette de görüldüğü gibi Hz. İbrahim ve Hz. İsmâil hem kendileri hem de gelecek nesilleri için “Müslim” olmayı dilemişlerdir.
Bütün bu örnek âyetlerden biz kez daha anlıyoruz ki; “tek din vardır; o da İslâm’dır” ve bu değişmez gerçeklik Kur’ân’da da şöyle vurgulanır: “Allah nezdinde tek [hak] din, İslâm’dır; daha önce vahiy verilenler, kıskançlıklarından dolayı, kendilerine [hakikat] bilgi[si] geldikten sonra [bu konuda] farklı görüşlere sarıldılar. Allah’ın mesajlarının doğruluğunu inkâr edenlere gelince; unutma, Allah hesap görmede hızlıdır.”[11] Aynı sûrenin bir başka âyeti de şöyledir: “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o âhirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”[12]
Bu tespitte sonra insânın aklına doğal olarak ister istemez şöyle bir soru gelmektedir: “Eğer tek din İslâm ise Kur’ân’da ve insânlık tarihinde geçen başta Yahudilik ve Hristiyanlık olmak üzere din olarak tanımlanan/isimlendirilen inançları nasıl değerlendirmeliyiz?” Bu soruya verilecek kişisel cevabım ise şudur: “İster adı Kur’ân’da yer alsın veyâ isterse almasın din olarak algılanan isimler, gerçek dini değil, İslâm’dan/tevhidden çeşitli görüşler/fırkalar oluşturarak sapanları/kopanları/ayrılanları ifâde etmek için kullanılan sosyolojik tanımlamalardır. Yani başka bir ifâde ile ismi ne olursa olsun “dinler” diye isimlendirilen inançlar İslâm’ın/Tevhid’in karşısında, ilâhî vahiyden/Kitap’tan ayrılan ve çoğu şirke saplanmış oluşumlardır. Belki bu cevabım alışılmış/kalıplaşmış geleneksel anlayışa/bakışa ilk plânda ters gelebilir ama Kur’ân’da bu yaklaşımı destekleyen çok önemli bir âyet yer almaktadır.
Bu âyette şöyle denilmektedir: “İbrâhim, ne Yahudi idi, ne de Hristiyan. Fakat o, hanif (Allah’ı bir tanıyan, hakka yönelen) bir Müslümandı. Allah’a ortak koşanlardan da değildi.”[13] Âyet çok açık/net bir şekilde önce tevhid dininin babası olarak bilinen Hz. İbrahim’in Yahudi ve Hristiyan değil “Müslim” olduğu vurgulanmakta ve arkasından da O’nun müşrik olmadığı belirtilmektedir. Bir başka âyet de şöyledir: “İbrahim’in, İsmail’in, İshâk’ın, Yakub’un ve onların soyundan gelenlerin ‘Yahudi’ yahut ‘Hristiyan’ olduklarını mı iddia ediyorsunuz?” De ki: “Allah’tan iyi mi biliyorsunuz? Allah tarafından kendisine verilen bir delili örtbas edenden daha zalim kim olabilir? Ama Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.”[14] Yine bu âyette de görülüyor ki; Kur’ân tevhidin temsilcisi olarak isimleri sayılan bu peygamberlerin “Yahudi” ve “Hristiyan” olmadıklarını söylemektedir. Aynı zamanda bu âyet “Yahudilik” kavramının Hz. Mûsâ’nın zamanından çok sonraları ortaya çıktığı, “Hristiyanlık” ve “Hristiyan” kavramlarının da Hz. İsa zamanında bilinmediği ve daha sonraki gelişmelerin ürünleri olduğu gerçeğine işâret etmektedir. İşte bütün bunlar bize Yahudilerin ve Hristiyanların tevhid akidesinden sapmış ve şirke bulaşmış olduklarından “Müslim” vasfını yitirmiş olduklarını göstermektedir.
Buraya kadar yazdıklarımızı özetlersek; tek din vardır ve o da İslâm’dır. Yani tek olan Allah’a şirksiz teslim olmak, ilâhî irâdeye beşeri hiçbir unsur katmaksızın boyun eğmektir. Bu nedenle yeryüzünde Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar –hangi dönemde yaşarsa yaşasın– bu temel ilkeye inanan ve onu hayata yansıtmaya gayret eden her insân Müslümandır. Bunun yanında din olarak isimlendirilen ilâhî kaynaklı olduklarını söyleyen tüm inançlar sosyolojik yapılardır ve bunların teorisyenleri/âlimleri kendilerine indirilen Kitap’ı tahrif etmiş ve ilâhî vahyin âyetlerini bükmüşlerdir. İşte bundan sonraki yazılarda bu “âyet bükmenin” nasıl ve kimler tarafından yapıldığını yine Kur’ân âyetlerinden yola çıkarak kronolojik bir düzlemde göstermeye çalışacağız.
Necmettin Şahinler
YAZARIMIZIN DİĞER YAZILARI İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
[1] Bakara/285
[2] Maide/3 “…el yevme ekmeltulekumdînekum ve etmemtualeykumni’metî ve radîtulekumulislâmedînâ(dînen)…”
[3]Havâriyyûn (tekili: havârî) Kur’ân’da Hz. İsa’nın bağlıları için kullanılan bir ünvandır. Bu terime “beyazlık” anlamına gelen havar’dan türetilmiştir. Birçok müfessir tarafından, “yıkayarak elbisesini beyazlatan kişi”den -çünkü, rivayete göre, Hz. İsa’nın müritlerinden bazısının işi buydu- “beyaz elbiseler giyen kişi”ye veya “kalbi beyaz yani, temiz olan kişi”ye kadar değişen birçok anlam verilmiştir. Ancak kuvvetle muhtemeldir ki havârî terimi, Hz. İsa zamanında ve belki o’nun da mensubu bulunduğu Filistin’de yaşayan dinî bir Yahudi grubu olan Essene Kardeşliği’ne mensubiyeti göstermek için kullanılmıştır -ve son zamanlarda keşfedilen Ölü Deniz Kitabeleri’nin sağladığı deliller de bu görüşü desteklemektedir. Essenîler, ahlâkî safiyet sahibi olma ve fedakârca davranma gereğini vurgulamaları ile temayüz etmişlerdi ve inançlarının zahirî bir işareti olarak daima beyaz elbiseler giyerlerdi. Bu, onlara neden bu adın verildiğini tatmin edici şekilde açıklamaktadır. Hz. Peygamber’in, bir defasında, “Her peygamberin havârîleri vardır” demiş olduğu gerçeği, yukarıdaki görüş ile çelişmez. Çünkü o, bu terimi mecazî anlamda, Hz. İsa’ın “Allah yolundaki yardımcıları”nıkasdederek kullanmıştır.
[4] Âl-i İmrân/52 “Fe lemmâ ehassaîsâ min humulkufrekâle men ensârîilâllâh(ilâllâhi), kâlelhavâriyyûne nahnu ensârullâh(ensârullâhi), âmennâ billâh(billâhi), veşhed bi ennâmuslimûn(muslimûne).”
[5] Yunus/72 “Fe in tevelleytum fe mâ se’eltukum min ecr(ecrin), in ecriye illâ alâllâhi ve umirtu en ekûne minel muslimîn(muslimîne).”
[6] Yusuf/101 “Rabbi kad âteytenî minel mulki ve allemtenî min te’vîlilehâdîs(ehâdîsi), fâtıras semâvâti vel ardı ente veliyyîfîddunyâ Vel âhıreh(âhıreti), teveffenîmuslimen ve elhıknî bis sâlihîn(sâlihîne).”
[7] Bakara/133 “Em kuntum şuhedâe iz hadaraya’kûbelmevtu, iz kâle li benîhi mâ ta’budûne min ba’dî kâlû na’buduilâheke ve ilâhe âbâike ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ilâhen vâhidâ(vahiden) ve nahnu lehumuslimûn(muslimûne).”
[8] Bakara/135 “Ve kâlû kûnûhûden ev nasârâtehtedû kul bel millete ibrâhîme hanîfâ(hanîfen), ve mâ kâne minel muşrikîn(muşrikîne).”
[9] Bakara/136 “Kûlû âmennâ billâhi ve mâ unzile ileynâ ve mâ unzile ilâ ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ve ya’kûbe vel esbâtı ve mâ ûtiyemûsâ ve îsâ ve mâ ûtiyennebiyyûne min rabbihim, lâ nuferriku beyne ehadinminhum ve nahnu lehumuslimûn(muslimûne).”
[10] Bakara/128 “Rabbenâvec’alnâmuslimeyni leke ve min zurriyyetinâ ummeten muslimeten leke ve erinâmenâsikenâ ve tub aleynâ, inneke entettevvâbur rahîm(rahîmu).”
[11] Âl-i İmrân/19 “İnneddîneindâllâhilislâm(islâmu), ve mahtelefellezîneûtûl kitâbe illâ min ba’di mâ câehumulılmubagyenbeynehum, ve men yekfur bi âyâtillâhi fe innallâhe serîulhısâb(hısâbı).”
[12] Âl-i İmrân/85 “Ve men yebtegigayrelislâmidînen fe lenyukbeleminh(minhu), ve huve fîl âhireti minel hâsirîn(hâsirîne).”
[13] Âl-i İmrân/67 “Mâ kâne ibrâhîmuyahûdiyyen ve lâ nasrâniyyen ve lâkin kâne hanîfenmuslimâ(muslimen), ve mâ kâne minel muşrikîn(muşrikîne).”
[14] Bakara/140 “Em tekûlûne inne ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ve ya’kûbe vel esbâtakânûhûden ev nasârâ kul e entum a’lemuemillâh(emillâhu), ve men azlemumimmen keteme şehâdeten indehu minallâh(minallâhi), ve mâllâhu bi gâfilin ammâ ta’melûn(ta’melûne).”
Hocam Allah sizden iki cihanda razı olsun.
Efendimiz Hz. Muhammed(s.a.v) ile cennette buluşmayı nasip etsin