Her insan ve toplum, hayatını bir gaye etrafında gerçekleştirme inanç ve çabası içerisindedir. Çünkü insan; düşünen ve inanan bir varlık olarak hayatını anlamlı bir şekilde yaşamak durumundadır. Aksi halde, hedefsiz ve herhangi bir ideali olmayan, robotik bir davranışın gerçekleştiğine şahit oluruz.
Fikri Sorumluluk:
İnsan, düşünen bir varlık olarak; yaptığı her işin bir manası ve sorumluluğunu hisseder ve bu durum, onun varoluşunun bir sonucu olarak gerçekleşir. Bunun bir diğer manası, insan düşüncesinin bir karşılığının olacağı ve insanın da bu karşılığı müsbet veya menfi manada yüklenmesi gerektiğidir. İnsanı, diğer varlıklardan ayıran en önemli taraf da, iradeli olarak yaptığı iş ve eylemlerden dolayı sorumluluk taşımasıdır.
Sorumluluk, insanın değerler ile hareket eden bir varlık olarak; düşündüğü ve yapacağı işlerden dolayı bir müeyyide ile karşı karşıya bulunmasıdır. Bu durum, fikri bir sorumluluk alanıdır ve herkes, iradesiyle bu sorumluluğu taşıma ahlakı ile yüzyüze kalmaktadır. Demek ki, fikri tercihlerin ahlaki bir süzgeçten geçmesiyle ile, sorumluluğun bu değere bağlı olarak gerçekleşmesi mümkün olmaktadır.
Hayat anlayışını ve yaşama felsefesini fikri ve ahlaki sorumluluk sistemi içerisinde gerçekleştirmeyen her insan, kendini ya boşluğa terketmiş veya kendi ihtiras ve arzularına teslim etmiş demektir. Çünkü, insanın doğru ve adaletli hareket etmesi, ancak fikri ve ahlaki özelliklerin bir arada bulunmasıyla sağlanabilmektedir.
İnanç ve Ahlak bağının kopması:
İnsanlık tarihi, inanç ve fikirlerin, ahlak ile bağlantısının kopmasının meydana getirdiği büyük kaos ve çözülmelere şahit olmuştur. Bu konu, İslam medeniyetinde, inanç ve fikir bağlarının kopmasıyla ortaya çıkan sosyal alinasyon (sosyal erime) gerçeği ile açıklanabilmektedir. İnançların, düşünce ve davranışlara yol açmadığı böyle bir durumda, insanlar; başka fikir ve sistemlere bağlı olarak, “sözde müslüman” seviyesine düşmektedirler.
Ben, bir inancın yaşanmasını; inancın ahlaki bir davranış ortaya koymasıyla açıklamaktayım. Fakat, ne hazindir ki; İslam toplumlarında inanç, yaşayıştan ayrı bir şekilde anlaşılmaya başladığından beri, önemli bir “sapma” ortaya çıkmıştır. Böyle bir durumda, yaşama felsefesinin düşünce hareketi de, ciddi bir yaralanma ve yozlaşma ile karşı karşıya kalmıştır. Sonuçta da, “inandığı gibi yaşama değil; yaşandığı gibi düşünme” durumu söz konusu olmuştur.
Günümüzde Müslüman toplumlarda, fikri yöneliş, batı’nın güdümüne girmiştir. Halbuki, İslami kültürde;inanç, ahlak ve düşünce arasında önemli bir bağ bulunmaktadır. İnanç ile değerlerini belirleyen toplum, ahlak ile bu değerleri hayata yansıtır. İnanç ve ahlakın, yaşama felsefesini belirlemesiyle düşünce de, inanç ve ahlak yönünde bir oluşum ve sistemleşme noktasına ulaşılmaktadır.
İslam toplumlarında, gizli bir dünyevileşme ve ideolojileşme hareketi ortaya çıkmıştır. Dünyevileşmeyi, açık bir şekilde görmek mümkün. Bu konuyu fazla izah etmeye gerek yok. Fakat ideolojileşme hadisesi, siyaset yoluyla ortaya çıkmaktadır. Siyaset, çoğu zaman inanç ve fikir temelleri sapmaya uğratmakta ve seküler kavram ve kurumlar, çoğu zaman toplumları yanlış yol ve tavırlara sürüklemektedir. Bu konu, bana göre; Müslüman toplumların en tehlikeli yozlaşma ve sapma hareketidir. Çünkü fikir, asıl mecraından çıkmış; siyasi bağlılık ve tabiiyet ile, ideolojik bir tutuma dönüşmüştür. Bu durumu, Türkiye dahil; birçok İslam topluluklarında görmek mümkündür. Dolayısıyla, modern sapma hadisesi; yeniden İslamın ahlak ve fikri olgunlaşmasıyla engellenebilir. Tabii, bu konuda çaba gösterilebilirse..
Prof. Dr. Sami Şener
YAZARIN DİĞER YAZILARINI OKUMAK İÇİN BU LİNKİ ZİYARET EDİNİZ