islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,4916
EURO
36,2572
ALTIN
2.963,26
BIST
9.367,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
19°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
8°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
10°C

SIRAT-I MÜSTAKİM’DEN AYRILMAK

SIRAT-I MÜSTAKİM’DEN AYRILMAK
24 Kasım 2023 09:00
A+
A-

Zuhur ve tecellî yani “sürekli oluş”, Yaratıcı Kudret olan Allah’ın irâdesi ve isteği yönünde bir seyir izlemektedir. Bu seyrin genel tavrına Kur’ân “Sünnetullah[1] demektedir. İnsânın saf ve berrak yaratılışı, gerçek ve katıksız doğası anlamına gelen fıtrat da kemâline “sünnetullah” üzerinden yürümektedir. Kur’ân’ın fıtratı en güzel biçimde anlatan âyeti şöyledir: “Böylece sen, bâtıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü[2]kararlı bir şekilde [hak olan] dine[3] çevir ve Allah’ın insân bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran:[ki,] Allah’ın yarattığında bir bozulma ve çürümeye meydan verilmesin:bu, sahih [bir] din[in gayesi]dir; ama çoğu insanlar onu bilmezler.[4] Âyete içinde yer alan kavramlar üzerinden yaklaştığımızda, şunu anlıyoruz ki; insân “yaratılmış varlıkta” bir bozulma ve değişim olmaması için tüm varlığı ile Allah’ın kendi içine yerleştirdiği “Fıtrat”a uygun olarak “Hanif” olan dine yönelmelidir. İşte bu “dîn-i kayyim” yâni “gerçekliğini/varlığını ve etkinliğini daima/sürekli koruyan dosdoğru din” demektir. Ama ne var ki insânların çoğu bu hakîkatten uzaktırlar.

Kur’ân’da “yoktan var etme” anlamında bir “yaratma”dan söz edilmemektedir. Andığımız bütün yaratış tarzları; birer şekillendirme, yapıp-etme, biçim verme, geliştirme ve oluşturma halinde belirmektedir. Bu, tabir yerinde ise; bir açılıp saçılma ve daha iyiye, daha güzele doğru gelişip oluşmadır. Varlık, yaratıcının ilâhî ve sonsuz bilgisindeki gaye program saklı kalmak şartı ile, olup bitmiş değil, olmakta olan bir yapıdır. Bundan da anlaşılıyor ki; fıtrat düzeninde her bitiş bir başlangıcın, her ölüş bir oluşun, her parçalanış ve dağılış bir zuhurun ve sentezin öncüsüdür. Bizim gözümüzü bir eşya yığını gibi dolduran kâinat/evren/âlem bir boşluğu dolduran donuk bir madde kütlesi değil, bir fiildir. Kâinat bir olaylar yapısıdır, sistemli bir davranış tarzıdır ve bu sıfatla Yaratıcı Kudret’e nazaran organiktir. Bu yüzden insân için yaşayış tarzı ne ise Yaratıcı Kudret için fıtrat odur ve bu Kur’ân’da belirtildiği gibi “sünnetullah”tır.

Kur’ân’ın bu tanımlaması “Sünnetullah” kavramı açısından da aynı şekilde ifâdeye konulmuş ve bir âyette şöyle ifâde edilmiştir: “Allah’ın yöntemi/sünnetullah öteden beri hep böyledir ve siz Allah’ın yönteminde hiçbir değişme bulamazsınız![5] Anlaşılıyor ki; fıtrat ve sünnetullah Yaratıcı’nın kendi tavrına bir başka ifâde ile varlık ve varoluşa egemen kıldığı ilkeler ve prensiplerdir. İşte bu fıtrat düzeni veyâ sünnetullah, bir din olarak insânın çağrıldığı kanunlar bütünüdür ve “Sırat-ı Müstakîm” yâni “dosdoğru yol” diye adlandırılmaktadır. Ne ilginçtir ki; insânın uymaya çağrıldığı bu dosdoğru yol, bizzat Allah’ın da izlediği yoldur: “İşte ben, hem benim, hem sizin Rabbiniz olan Allah’a dayandım. Yeryüzünde bulunan hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru bir yol üzerindedir.”[6] Yine Kur’ân’ın daha ilk âyetlerinde yer alan ve her namazda birkaç kez okunan şu âyet, insânın dosdoğru yolda fıtrat çizgisinde, Yaratıcı ile paralel yürümesinin, kâinat düzeni ve İslâm esprisi bakımından en kadar anlamlı olduğunu bize göstermektedir: “Bizi sırat-ı müstakime/doğru yola ilet.”[7]

Bu duânın devâmında yâni Fatiha/7. âyette “Sırat-ı Müstakîm”in nasıl bir yol olduğu şöyle açıklanmaktadır: “Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.”[8] Dikkat edilirse âyette iki soru karşımıza çıkmaktadır: Bunlardan biri “nimet verilenler kimlerdir?”, ikincisi ise “Gazaba uğrayanlardan ve sapkınlardan kastedilenler kimlerdir?”  İlk sorunun cevabını Nisâ/69. âyet vermektedir: “Allah’a ve Peygamber’e itaat edenler, Allah’ın nimetlerini bağışladığı kimselerden olacaklardır: peygamberler, hakikatten hiç sapmamış olanlar[9], hakikate [hayatlarıyla] şahitlik yapanlar[10] ve dürüst ve erdemli olanlar[11]: işte böylelerininki ne güzel birliktelik[ler]dir!” Âyette kendilerine nimet verilenlere bakınca anlayoruz ki; en büyük nimet Allah’ın üstün bir varlık olarak yarattığı insâna onu doğru yola sevkedecek “akıl, iman ve ilâhî vahyi” vermesidir.[12]

İkinci sorunun cevabı ise hem genel hem de özel olarak şöyle verilebilir. Genel olarak Allah’ın doğru yolundan çeşitli bahaneler ile ayrılan/sapan, yüzünü çeviren ve bu yolun dışında kendine başka yollar seçen, kısaca tevhid’i bölen, şirke dönüştüren her kişi/toplum Allah’ın gazabını hak etmiş demektir. Özel olarak ise müfessirler gazaba uğrayanların Yahudiler[13], sapkınlığa uğrayanların da Hıristiyanlar[14] olduğunu söylemişlerdir.

Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi İslâm, tüm zamanların ve mekânların “doğru yolu”na Kur’ân’ın verdiği ortak isimdir. Müslüman da tüm zamanlar ve mekânlarda bu yola uyanlara “ırk, şeriat, peygamber, coğrafya” farkı gözetilmeksizin verilen ortak isimdir. Kur’ân Müslüman olmayı “Allah’ın irâdesine/hükmüne kendisini teslim etme” olarak tanımlar. Kısaca İslâm, uzun insânlık destanının tek ve ortak değişmez değerler sisteminin müşterek adıdır. İşte İslâm’dan veyâ “sırat-ı müstakîm”den ayrılarak farklı yollara yönelenler, insânları bir din olarak değil bir sosyolojik oluşum olarak Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa çağırmaktadırlar. Daha açık bir deyişle; Müslümanları “gazaba uğrayanların” ve “sapıtanların yoluna” davet edenler, onları Kur’ânî bir kavram olarak “Yahudileşmeye” ve “Hıristiyanlaşmaya” çalışan ve bu bozuk inançlı ihânet sürecini ısrarla sürdürenlerdir.

Bu nedenle Müslümanlar, Kur’ân’da Yahudiler ve Hıristiyanlar ile ilgili yüzlerce âyeti “biz-onlar” şeklinde değerlendirmek yerine “acaba biz bu sürecin içerisinde miyiz veyâ farkında olmadan bu sürecin bir parçası mıyız?” sorularını kendilerine sormak zorundadırlar. Çünkü Kur’ân’ın bir tek Yahudi’nin bulunmadığı Mekke’de, daha İslâm’ın ilk yıllarında İsrailoğulları’nın tarihini gündeme getirmesi ve Tevrat’ın başından geçen olayları bir bir bir anlatması tesadüfi değildir.

Ama ne var ki; Müslümanlar bu soruyu kendilerine sormak yerine Kur’ân’da anlatılan Yahudileşme/Hıristiyanlaşma sürecine “bu onların tarihi bizi ilgilendirmez” veyâ “bu âyetleri üstümüze almıyoruz” şeklinde yaklaşımlar göstermek ve üstelik onları “lânetlenmiş kavimler” olarak algılamak, Kur’ân’ın anlattıklarından Kur’ân’ın rûhuna aykırı anlayışlar türetmek demektir. Oysaki, “lânetli kavim” anlayışı, Kur’ân’ın rûhuna ve Allah’ın dinine zıt bir anlayıştır. Bu anlayış Kur’ân’a bütüncül bir yaklaşımla bakılmayıp âyetleri vahyin rûhundan kopuk ve yanlış tefsir etmenin bir sonucu olarak yerleşmiştir. Örneğin Mâide/64. Âyette “Yahudiler, ‘Allah’ın eli sıkıdır’ derler. Sıkı olan onların elidir: Ve bu iddialarından dolayı [Allah tarafından] lânetlenmişlerdir[15] denilmektedir. Aslında âyette geçen “lanetlenmek” ifâdesi “Allah’ın rahmetinden uzak olmak” anlamındadır ve bu suçlama sözü söyleyenlerin mensup oldukları kavme değil, o sözü söyleyenlerin kendilerinedir. Yani başka bir ifâde ile “lânetli kavim yoktur, lanetli mantık/zihniyet vardır.” Bu nedenle ilâhî vahye muhatap olan ama sonradan “sırat-ı müstakîm”den sapan her kişi/toplum “lânetli mantığa” yakalanmış ve Yahudileşme/Hristiyanlaşma sürecine girmiş demektir.

Bütün bu yazılanları kısaca özetlemek istersek şunu söylememiz mümkündür: “Sırat” kelimesi Kur’ân’da çoğulu olmayan bir kelimedir. Bu yönüyle olacak ki, Kur’ân’da yol anlamında kullanılan “sebîl, tarîk, şerîat, cüdde” gibi kelimelerden anlam yönüyle çok farklılık gösterir. Kur’ân’ın hedefe götürücü ve erdirici olarak gördüğü tek yol “sırat”tır ve Kur’ân, bu kelimeyi kendi semantik[16] alanları içinde, yepyeni ve dinamik bir dünyâ görüşünün ifâdesi halinde, “Allah ve yaratılış yolu” olarak kullanmakta ve onu sürekli “müstakîm” yani “dosdoğru/sapmaz/şaşmaz” sıfatıyla nitelendirmektedir.

İnsân hayatının en önemli meselesi yön bulmaktır. Îmân, yönü bulduran kuvvettir. Ancak bulunan yönde yürüyebilmek, bizi yol problemiyle karşı karşıya getirir. Yön, yolu gerekli kılar. Sırât-ı müstakîm’in dışında hiçbir yolun garantisi yoktur ve yürüyeni Allah’a ulaştırmaz. Çünkü o yolların başında oturup tehdit ederek, îmân edenleri Allah’ın yolundan çevirmeye kalkanlar vardır.[17] Sırat ise Allah’ın yoludur[18] ve bizden sadece ona uymamız istenmiştir: “İşte benim doğru yolum/sırat’ım, ona uyun; yollara/sübül’e uymayın.[19]  İman edenler bu yolu izleyerek Allah’ın tavır ve tarzına iştirak ederler. Allah ile aynı yol üzerinde olanlar, Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanır, O’nun rengine/sıfatına bürünür ve sonunda O’na kavuşurlar. Bu yolda ayrılanlar ise hangi zaman ve mekânda olurlarsa olsunlar “âyet bükücüler” olarak Allah’ın rahmetinden uzak bir şekilde Yahudileşme ve Hristiyanlaşma eğilimine girmişler demektir.

 

[1] Allah’ın tavır ve tarzı

[2] Bütün varlığını.

[3]Hanîf ifadesi, lafzî olarak “doğru bir yöne veya hedefe yöneldi” anlamındaki hanefe fiilinden türetilmiştir İslam öncesinde bu terim kesinlikle tevhidî bir muhtevaya sahipti ve günahdan, dünyevî zevklerden ve bütün şüpheli inançlardan, özellikle de puta tapıcılıktan uzak duran bir insanı tanımlamak için kullanılırdı.

[4] Rum/30 “Fe ekim vechekelid dîni hanîfâ(hanîfen), fıtratallâhilletîfataran nâse aleyhâ, lâ tebdîle li halkıllâh(halkıllâhi), zâliked dînul kayyimu ve lâkinne ekseren nâsi lâ ya’lemûn(ya’lemûne).

[5] Fetih/23 “Sunnetellâhilletî kad halet min kabl(kablu), ve lentecide li sunnetillâhitebdîlâ(tebdîlen).

[6] Hud/56 “İnnîtevekkeltualâllâhirabbî ve rabbikum, mâ min dâbbetin illâ huve âhızun bi nâsıyetihâ, inne rabbîalâsırâtın mustekîm(mustekîmin).

[7] Fatiha/6 “İhdinassırâtelmustakîm(mustakîme)

[8] Fatiha/7 “Sırâtallezîneen’amte aleyhim gayrilmagdûbi aleyhim ve lâddâllîn(dâllîne).

[9] Sıddıklar.

[10] Şehitler

[11] Salihler.

[12] Bakara /40, 47, 122

[13] Mâide/60

[14] Mâide/77

[15] Mâide/64

[16]Dili anlam açısından inceleyen bilim dalı.

[17] Araf/86

[18] Şûrâ/53

[19] En‘âm/153: “Ve enne hâzâ sırâtîmüstakîmenfettebiûhu ve lâ tettebiu’s-sübüle.

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar