Son vahyin Arap yarımadasında indirilmiş olması ilahi seçimdir. Anlayabildiğimiz kadarıyla bu seçimde üç önemli faktör rol oynamış bulunmaktadır: 1. Arapçanın dil özelliği 2. Kabile geleneği 3. Çölün baskın karakteri.
Bizim tarih görüşümüze göre tek Tanrılı din’den çok tanrıcılığa doğru bir seyir izlenmiştir. Dikkatli bir inceleme paganist veya başka formda olsun her din ve inanış biçiminde tevhid inancının derin izleri var. Hatta ahiret ve nübuvvetle ilgili izler de bulunabilir. Çok tanrıcılık ve paganizm zaman içinde tevhid inancının deformasyona uğraması sonucu ortaya çıkar. Peygamberler, tebliğ yaptıkları toplumları tevhid inancına irca etmek üzere gönderilmişlerdir. Ve Kur’an’ın açık beyanıyla her topluluğa bir elçi gönderilmiştir ki, elçi tebliğini ve ta’limini kavminin diliyle yapmıştır:
“Andolsun, biz her ümmete: “Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının” (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.” (16/Nahl, 36.) Bu demektir ki, “Neden peygamberler hep Ortadoğu’da çıktı da başka beşeri havzalarda görülmedi” sorusu saçmadır. Amerikan yerlilerine peygamber gönderildiği gibi Kuzeyli kavimlere veya Eskimolara da gönderilmiştir. Şu var ki, Kur’an onlardan bahsetmiyor, sadece her topluluğa elçi gönderildiğini beyan ediyor. Dolayısıyla elçilerin tamamının öğrettiği üç iman esasının izlerini (tevhid, ahiret, nübuvvet) her dilde bulmak mümkün.
“Allah kelimesinin kökeni ta Sümerler’e kadar gider. Al, Aleh, ilah, elohi , elohim, ellah hatta Fenikeliler Elos diyor, Aloha ve nihayet Allah!”. Nihayet Allah, zira sözü geçen kelimelerin tümü hertürden noksanlıktan münezzeh Allah kelimesini karşılamaya yetmez. Çoğulu olmayan Allah, son kelimedir ve kâmil Tanrı tasavvurunu ancak bu lafız ifade edebilir. Bu, Allah kelimesini Arapların Sümerlerden veya İbranilerden aldıkları anlamına gelmez. Arapçanın kamil Allah inancını, tevhidin ancak bu kelime ile ifade edilebeleceği anlamına gelir. Diğer kelimelerin tümü belli bir kavme attir. Sadece Allah lafzı evrensel ve küresel semantik zenginliğe sahiptir.
Tabii ki Arapça’nın faikiyeti, diğer dilleri önemsizleştirmez, her dil Allah’ın ayetlerinden biridir (30/Rum, 22). Arapça’nın faikiyeti ilahi bir seçim sonucu son vahyin dili olmasınyla ilgilidir. Arapça’ -haşa- Allah’ın dili değildir, Kur’an vahyini Hz. Peygamber (s.a.)’in kalbine ilka eden Cibril aleyhisselamın kullandığı dildir: “Hiç şüphesiz o (Kur’an) şerefli bir elçinin kesin sözüdür” (69/Hakka, 40). Cibril, mesajı Allah’tan alır, en uygun kelime seçimiyle peygamberin kalbine ilka eder. Başka bir deyişle Kur’an Arapçası Hz. Peygmberin arapça bilgisi değil, vahiy meleğinin dilidir. Vahiy meleği ilahi emrin taşıyıcısı olduğundan onun hatalı veya yanlış bir dil kullanması düşünülemez.
Sonradan İslam’a giren kavimler, iddia edildiğinin aksine Araplaşmadılar. Öyle olsaydı bugün müsta’arebe Arabı dışında hiçbir kavim kalmazdı. İslam’a giren Türkler, Farslar, Kürtler, Peştular, Boşnaklar vs. dün ne idilerse bugün de öyledirler. Dillerini, örf ve adetlerini nispeten koruyabiliyorlar. Müslüman kavimlerin tümü eğer kendilerine özgü kültürlerini (örf ve adetlerini) korumada zorluk çekiyorlarsa, zorluk İslam’dan ve Müslümanlardan değil, modern batı uygarlığından gelmektedir. Bunun gibi Müslümanlar tarihte hiçbir gayrimüslim kavmi İslamlaştırmak için özel bir politika takip etmedi. Öyle olsaydı bugün İslam dünyasında tek bir gayrimüslim topluluk kalmazdı. Ama batı önce kavimleri Hristiyanlaştırmak istedi, arkasından modernleştirme politikalarıyla özgün varlıklarını asimile etti.
Mısır dönüşünde Yavuz Sultan Selim, imparatorluk çapında Arapça’yı resmi ve mecburi dil kılmak istedi, Şeyhülislam, her kavmini dilinin o kavme ait olduğunu, kimsenin başkasının dilini yasaklamaya hakkı olmadığını söyleyip Yavuz’u bu görüşünden vazgeçirdi.
Arap örfünün İslam adı altında başka kavimlere sirayet ettiği tamamen yanlıştır, tarihsel olarak kanıtlanamaz. Zira fıkıh usulü açısından örf, tanımı ve tabiatı gereği ilahi murada ve mesaja uygun olduğundan ve örfle emir geldiğinden (7/A’raf, 199), Kur’an ve Sünnet tarafından teyid edilmiş örf, diğer bütün müslüman kavimler için de bir kıyas sebebidir. Buna göre Arap örfü te’yid almışsa,Türklerin, Farsların veya Kürtlerin örfü de Arap örfüne kıyasen teyid alır. Örfler arasında çatışma söz konusu olmayacağından her kavmin örfü makbuldur. Adetler, görenekler, töreler farklılık gösterebilir; bazı kavimlerin görenekleri veya töreleri iyi olabileceği gibi kötü de olabilir, neyin iyi ve makbul, neyin kötü olduğunu fıkıh sosolojisi sayesinde ayırdetmek mümkün. Ta 1971’de hocamız Cahid Tanyol, derdi ki “İslam tarihini ve fıkıh bilmeyen bu ülkede sosyoloji yapamaz.”
İlk sebep Arapça, kabile geleneği ve çölün baskın karakteriyle yakından ilgilidir. Kadim teoloji doktrinleri ve felsefe okullarıyla kirlenmemiş Arapça, çöl gibi saf ve sadedir. Vahiy Cibril’den peygamberin kalbine nasıl geliyorsa, peygamber pasif pozisyonda öyle tebliğ eder. Ümmi peygamberin zihninde ne Zerdüşt var, ne Platon veya Aristo. Saf/ümmi zihni, vahyi bunlarla karıştırmaz.
Vahiy meleğinin kelime seçimi de vahyin evrenselliğini hedefler. Arap dilinin banileri bedevilerdir, badiyeye gidildikçe arı duru ama her yeni durumda kendini üreten ilginç bir dil çıkar. Bedevi ilk karşılaştığı bir nesneye, hemen aklına gelen bir kelimenin sülasisinden hreketle bir isim uydurur. “Lügatla görüşülmez” sözü “bedevinin diliyle güreşilmez” demektir
Fransız dilci Jaques Bergue’nin ‘Her bir sözcüğünün sonu Tanrı’ya varan Arap dili gerçeği açınlmak için değil, sanki gizlemek için vardır’ demesi Arapça açısından nakısa değil övgü konusudur. Varlıkta her şey Allah’a gönderme ise Arapça başka nasıl olabilirdi?
Arapça çöl ve bedevi zihninde diğer diller gibi kirlenmemişti. Vahyin ilk muhatapları teoloji, felsefe bilmezdi, dilde de teolojinin felsefenin etkisi yoktu. Saf/ümmi zihin gelen vahyi kolayca algıladı, vahyin öğrettiklerini teolojiler, felsefe okulları bulandırmadı. Arapça’nın gücünü kullanan Mütekaddim Kelamcılar harici teolojileri, Meşşailer Yunan felsefesini meşru ve makul muhtevaya sokup insani düşünceye derinlik ve zenginlik kattılar. Eğer Fahrüddin Razi’nin başlattığı felsee kelam diyalogu devam edebilseydi, bugün İslam dünyasının fikri hayatı bambaşka mecrada seyrdiyor olablirdi.
Tanrı tasavvuru olmayan kültür yoktur. Son vahiy şu veya bu düzeyde deforma uğramış tanrı tasavvurunu aslına irca ile ıslah eder. Bu da ancak zatın tenzihi ve isim-sıfatların teşbihiyle mümkündür ki, son vahyin tevhid tasavvuru ancak bu dille ıslah oldu. Arapça dışında hiç bir dil ilahi isim ve sıfatları ifade edemez. Kur’an’ın ortalma insana hitabı ettiği gibi, havassa hitap eden boyutu var. Bizim sözünü ettiğimiz bir toplumun bilginleri, entellektüelleridir.
Metin Göçmen
MİRATHABER.COM – YOUTUBE