islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,4764
EURO
36,4423
ALTIN
2.951,48
BIST
9.375,01
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
9°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
11°C

SİNEMA VE DİZİLER ÜZERİNE

SİNEMA VE DİZİLER ÜZERİNE
9 Şubat 2024 09:30
A+
A-

Menfur bir suikasta uğramasaydı “Çağrı” (1976) ve “Çöl Aslanı Ömer Muhtar (1981)  filmlerinin yönetmeni Mustafa Akkad daha başka büyük filmlere de imza atacaktı. İstanbul’a geldiğinde, 1453 İstanbul’un fethini filme almak istediğini söylemişti. Projeleri arasında Endülüs ve Kudüs filmleri de vardı. Ömrü vefa etmedi.

Nedense herkesi ilgilendiren işler bir şekilde akamete uğruyor.

1980’lerde de Türkiye, İran ve Mısır ortak yapımı bir Kudüs filmi için İstanbul’da bir dizi görüşme yaptı. Rahmetli Yücel Çakmak’ın da içinde yer alacağı filmin ismi “Kalbi-ma Kuds” “Kalbim Kudüs” olacaktı. Olmadı.

Bugün en etkili iletişim ve propoganda araçlarından biri sinemadır. Bunda hiç şüphe yok.

Çağrı filminin büyük ilgi görmesinin ilk sebebi tabii ki Hz. Muhammed (s.a.)’in hayatını yüzünü ve kamesini göstermeden başarıyla anlatması, diğeri uluslar arası teknik ve estetik kurallara uygun çekilmiş olmasıdır. Bizim sağcı mukaddesatçı rejsörlerin yaptığının aksine “hidayetçi” tarzı kullanmıyor. Ama sinema sanatını başarıyla kullandığı için on binlerce insanın hidayete ermesini sağlıyor. Hala her sene kandil gecelerinde televizyon kanalları bu filmi göstermeye devam ediyor.

Bir film için teknik ve estetik kurallar kadar konu, senaryo, anlatım önemlidir. Nice harika konular kötü çekimlerle harcanıp çöpe atılmaktadır.

TGRT yapımı “hidayetçi” filmler hayli kullanışlı konuları ele alıyor ama hiçbiri Çağrı’nın etkisini uyandırmıyor. Bazan konudan önce teknik ve estetik anlatım saçma sapan bir konuyu dahi milyonlarca insana izletebiliyor.  Bugün Holyvood, Amerikan’ın Afganistan ve Irak’ta işlediği cinayet ve katliamları, sinema dilini kullanarak müslüman seyircilere izletebiliyor.

1980’lerden sonra TRT’de gösterilen filmlerin yüzde 40’ı Kilise kaynaklıydı. Öylesine ustalıkla çekilmişlerdi ki, Müslüman seyirci forma kapılıp Hıristiyan propagandasına kolayca maruz kalabiliyordu.

Yahudilerin sinema ve televizyonlardaki etkisi malum. Neredeyse yahudi/siyonist propogandasını sinema ve televizyon üzerinden yürütüyorlar. Bu girdaba girmeyi reddedenler dışlanıyor. İncillere göre Hz. İsa’nın hayatını anlatan “Çile” filminin yönetmeni ve başrol oyuncusu Katolik Mel Gibson’un başına gelenler malum. Yahudi baskısına boyun eğmeyen “Baba” filminin ünlü oyuncusu Marlon Brandon da aynı muameleye maruz kaldı.

Bizde ise muhafazakar mukaddesatçı sinemacıların bir türlü vazgeçemedikleri dil, küresel/evrensel bir anlatımı yakalayamamasıdır. Kültür, ilim ve sanat alanlarında tamamen başarısız olduğumuz en yüksek mercideki zatlar tarafındanda itiraf ediliyor. Ama yine de bu alana yatırım yapılmıyor.

Suriyeli Mustafa Akkad 9 Kasım 2005 günü Amman’da bir otelde düzenlenen bir intihar saldırısı sonucunda ağır yaralanmıştı. 11 Kasım günü de vefat etmişti. Kızı Rima da aynı saldırıda hayatını kaybetmişti. Allah rahmet eylesin.

Dinini ciddiye alan, itikadi ve ameli kurallar konusunda böylesine hassas ve mesleğinde başarılı bir insanın canına kim ve hangi maksatla kıyabilir? İntihar saldırısının planlayıcısı olduğu söylenen Sacide er Rişavi, Akkad’ı katletmekle sahiden dinine hizmet ettiğini mi düşündü acaba?

Dünya sinema piyasasına Holyvood’un hükmettiği bir gerçek. Holyvood baş döndürücü hızla gelişen teknolojiyi, parayı ve sinema mesleğini en yüksek düzeyde kullanarak diğer sinema sektörlerini adeta piyasadan silmektedir. “Karayıp Korsanları: Dünyanın Sonu” filmine 450 milyon dolar harcanmıştır.

Son yarım asırda Amerikan sinemasına Fransa, Hindistan ve İran sineması meydan okuyordu. Holyvvod’un kullandığı olağanüstü imkanlar karşısında Fransız sineması varlığını kendi ölçeğinde devam ettirmekle beraber rekabetten çekildi. Hind sineması, meydan okuyan alternatif olmaktan çıkıp Holyvvod’u dil ve anlatımda taklid etme yolunu tuttu. Mesela “Benim Adım Han” (2010).

Mevcut durumda geriye meydan okumaya devam eden tek İran sineması kaldı.

İran sineması pahalı yapımlara iltifat etmiyor. Belli bir kültür evreninde yaşayan insanların spesifik görünen hayatları üzerinde yoğunlaşıyor, kamera tabiat üzerinde odaklanıyor. Vıcık vıcık cinselliği öne çıkaran filmlerin dejenere ettiği sevgi kavramını şiirsellikle edep dairesinde başarıyla anlatıyor. Mesela cephede yaralanıp sahra hastanesinde yatan bir gazi ile onu tedavi eden bir hemşire arasında başgösteren aşkı, her ikisi el ele değmeden ve “Seni seviyorum” demeden öylesine lirik bir dille anlatıyor ki, seyirci bu bedenin ve sözün geri plana çekilmesine karşılık, ruhun öne çıktığı ilişkiden daha yüksek mertebedeki aşk kavramına ulaşıyor. Bu filmler İran’ın kendine özgü tarihsel ve toplumsal sorunlarını yansıtmaya çalışırken evrensel bir çizgi yakalayıp insan tabiatı, aile ilişkileri, yoksulluk, acı, doğuştan gelen engeller, insanın zalimliği, hayatta kalma mücadelesi, değerlerin anlamı gibi yeryüzünde yaşayan her insanı ilgilendiren temaları ele alıyor.

Şüphesiz bu sinema dilini geriden besleyen derin ve köklü bir irfan var. Dikkatlice bakıldığında bunun Mevlana Celaleddin Rumi’den, Sa’d-i Şirazi’den, Hafız’dan, Molla Sadra’dan beslendiği farkediliyor.

İnsan teki bireyi “üst-insan” şeklinde tarif eden, dünya üzerinde Amerikan tahakkümünü empoze eden ve bilumum ahlaki değerleri yerle bir edip hilekârlığı, şiddeti, kan dökücülüğü, ülke işgalini, seksi ve mazlumları ezen gücü öne çıkaran Hollyvood sinemasına karşı koyma mücadelesinde Türk sinemasının adı bile geçmiyor. Türk sineması şimdilerde Recep İvedik, Cem Yılmaz, Şafak Sezer, Yılmaz Erdoğan vb. isimlere kalmış bulunuyor. Bunların yapımları insan ilişkilerini vasatta da tutamıyor, vasatın altın düşünüp her beşeri ilişkiyi dejenere ediyor. Mustafa Akkad seviyesinde değilseler bile Lütfü Akad, Halit Refiğ, Metin Erksan, Yücel Çakmaklı gibi ustalar yetişmiyor.

Muhafazakar kanallar başta olmak üzere ana akım kanalların tamamında her Allah’ın günü yapılan kadın programlarında toplumun içten içe süren çürümesi artık olağan bir şeymiş gibi sunuluyor, bir zaman sonra bu programları seyreden kadınlar “Demek böyle şeyler oluyormuş, ben de yapabilirim” noktasına geliyor. Allah rahmet etsin Said Nursi’nin dediği gibi “bâtılın tasviri zihinleri idlal ediyor.” İşin ehli psikologlar, söz konusu programların aynı eğilime yatkın kişileri benzer suçları işlemeye tetiklediğini söylüyorlar.  Programın daimi hukukçuları hukuk kurallarını hiçe sayıp “Konuşmuyorsan, suçlusun” diyerek CMUK’un canına okuyorlar.

Son zamanlarda kanalların baş ürünü olan diziler ise başka bir fecaat: Ömer, Kızılcık Şerbeti, Kızıl Göncalar, İnci Taneleri.

Şimdi “siyasal İslam” ve “cemaatler” bahanesiyle artık doğrudan din hedef alınıyor. Diziler, aralarında anlaşmışlar gibi İslami değerlere, İslami yaşama biçimine, ahlaki normlara savaş açmış gibiler. Milyonlarca insan her akşam ağzı açık televizyonun başına geçip bu rezillikleri zevkle seyrediyor. Gencecik bir kızı payvonda dakikalarca dans ettirip yarı çıplak vücudunu sergilemek ahlaksızlık, kadın onuruna hakaret ve teşhir edilen kadın bedeninin istismarı iken, “Bu dizi (İnci Taneleri) çok izleniyor” diye bu münker olaya medhiyeler diziliyor. Dizilerin neredeyse kahir ekseriyeti ahlaki sınırları zorluyor, zinayı, fuhşu, çığırından çıkmış cinselliği, çıplak beren teşhirini, kibri, gaddarlığı empoze ediyor. Dizilerin ağırlıklı teması “iyi dindar yok”, dindarlık sahtekarlık, kötülük ve istismardır” temasını işliyor. Sinema ve dizilerle günah ve din ile dindarın itibarsızlaştırılması  estetize edilerek kitlelere benimsetiliyor.

Türkiye’de bazı cemaat yapılarında yanlışlıklar, bozukluklar görülebilir.

İnsanın yaşadığı her yerde iyilik de kötülük de yaşanır. Yeryüzünde yaşayan insanlar melek veya robot değildirler. Ama bir veya bir kaç cemaatte görülen yanlışlıkları cemaatlerin tümüne, cemaatlerin sosyolojik yapısına, cemaat kavramına ve hele cemaat ve tarikatların referansı olan İslam dinine fatura etmek sadece cehaletle açıklanamaz, bunun arkasında artık kötü niyet ve tehlikeli maksat aramak komploculuk sayılmamalı.

Ömer dizisinde imam, hiçbir ahlaki ve toplumsal çürümeye itiraz etmiyor, gelini Gamze neredeyse külotu görünecek kadar açık oturmasına “Kızım, böyle giyilmez” demiyor; namazdan sonra “Sadece Kur’an” diyor da, kötü yapısı ve desiseleri olan kurgulanmış bir cemaat üzerinden bilumum cemaat ve tarikatları “şirk koşmak”la itham ediyor. “Kur’ancı ilahiyatçı danışman” ise “Yahu durun, bu çok ağır bir suçlamadır, milyonlarca insanı Allah’a ortak koşmakla suçlamadır; Türkiye’de  –ne kadar cahil olursa olsun, hiçbir müslüman, özü Hıristiyan teolojisine  dayanan “insan doğuştan günahkârdır” cümlesini kullanmaz” diye senaryoya müdahale etmiyor. Sanki bu fısk ve fücur girdabına karşı derin kaygı içinde çırpınıp duran müslümanlar kafayı yemiş, mutaassıp, tutucu, insan gerçeğinden habersiz ve heryanlış, tiksinti ve infial uyandıran hareketi din ile tanımlanan Tahir’miş gibi tasvir ediliyor.

Tarihi diziler fecaat ise üstü fecaat arzediyorlar.

İster Osmanlı’nun kuruluşu ister Selçuklular dönemi veya Kudüs’ün fethiyle ilgili olsun, dizilerin tamamını ormanda veya kapalı mekanlarda kılıç kullanıp kan akıtan, devlet için her değeri hiçe sayan, kana susamış insanlardan ibaret; Osmanlı, Selçuklularla ilgili hiçbir fikri, kelami derinlik yok. Sanki bu iki büyük imparatorluk barbarlık üzerine kurulmuş gibi. Şimdi revaçta olan lümpen milliyetçiliğin dizilerde arz-ı endam etmesi hali bu. Ana tema kılıç, kan, devlete tapıcılık, fetih, yağma ve güç gösterisi! Siyaset dizginsiz güç ve kılıçtan ibaret. Dizilerin olayları tahrif ederek insanların tarih bilgisini ve bilincini yozlaştırmaları başka bir konu. Selaheddin Eyyubi’nin tamamen tahrife dayalı tasviri gibi.

Söze rahmetli Mustafa Akkad’la girmiştik. Konuyu yine vefatından önce onunla yapılmış bir söyleşiden küçük bir pasajla bitirelim:

Gazeteci: “Filmi yönetirken neler yaşadınız, hangi sahnelerde duygulandınız?

Akkad: “Hz.Muhammed (s.a.)’’e taş atma sahnesindeki oyuncuları zor buldum, hiç kimse ona taş kabul etmiyordu.Taşı atan oyuncular ile diğer oyuncular arasında büyük bir kavga çıktı ve günlerce birbirleriyle konuşmadılar, sen nasıl Hz.Muhammed’e taş atarsın diye.

” Hz Hamza’ya ok atan oyuncuya diğer oyuncular izin vermiyordu ve ben artık ‘kenara çekilin, bırakın oku atsın’ diye bağırmak zorunda kaldım.

Hiç unutmam oyuncunun biri bağırdı ‘ Hamza’yı öldürmenize müsaade etmeyeceğim’

Hepimiz orada çok ağladık.

Ali Nalbantoğlu

MİRATHABER.COM – YOUTUBE- 

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar