Günlerdir Filistin halkının uğradığı vahşeti anlatmaya çalıştım. Yazdıklarıma ilgi normalin çok atlında oldu. Yaygın kanaat; ‘Filistinliler hak etmeselerdi başlarına bunlar gelmezdi’, gibi bir Arap düşmanlığına dayanan tepkiden kaynaklanıyor olmalıydı. Dillendirilmese de ilgisizliğin altında bu vardı. Araplar dostumuz mu, tamamıyla değil elbette. Üstelik düşmanımız da değiller. Onların bize tavrının arkasında, İngiliz Emperyalizminin yaygın propagandası vardı. Biz ilk anayasamızdaki ‘Türkiye Cumhuriyetinin Dini İslam’dır’ ifadesini ikinci anayasada kaldırdık. İngilizler, bunu ele aldı ve Araplara, ‘Türkler Müslümanlığı reddetti’ diye ahlaksızca ve seviyesizce iftiraya dayalı bir propagandaya giriştiler. Cahil Arap toplumu bu tuzağa hemen düşüverdi. Birbirimize husumetin tohumu böylece atıldı.
Bunda belki, Yaser Arafat’ın döneminde, Filistin Kurtuluş Örgütünün bizdeki Marksistleri eğittiği kamplarının da insanımızın üzerinde olumsuz bir etkisi vardır. Ancak, bir adamın yanlışını bir millete yüklemek gibi bir önyargı sosyolojik açıdan doğru bir şey değildir elbette. Ancak tavrın sertleşmesini besleyen önemli nedenlerden birisi durumuna geldi,
Bunu dillendiren Arap esnaflara hep şunu söyledim: ‘Yıllardır Hacca insanlarımız geliyor, bu bile bizim Sayın Erbakan’dan önceki dönemde de Müslümanlığımızın işareti değil midir’, diye. Ne var ki kronikleşmiş bu olumsuz tavrı birden kaldırmak da mümkün değil. Aynı yıl Mina’ya gitmek istediğim bir taksiyi çağırdım, adam ‘Siz Nasranisiniz (yani Hıristiyansınız), size hizmet veremem’ diyerek beni hayali sükûta uğrattı. Tabii cevabını verdim: ‘Münasebetsiz adam, fakir Anadolu insanın dişinden tırnağından artırdığı altınları toplayarak ‘surre’ alaylarıyla getirip yıllarca sizleri besledik, bunun karşılığında bir avuç petrolünüzü de alıp götürmedik, bunun için mi, bize düşmansın?” Araya giren diğer taksi şoförleri, o adamı karşımdan ite kaka uzaklaştırırken, beni ücretsiz olarak Mina’ya götürmek istediler, bu defa da ben kabul etmedim. Bu olay, milletlerin sürüklendiği peşin hüküm tuzağında ne hale getirdiğinin acı bir örneğiydi.
Bakınız, bundan yıllar önceydi, Mehmet Yazar Bakanlığı döneminde Mısır’daki bir toplantıda, yaşadığı bir olayı anlatmıştı: Mısırlı meslektaşıyla konuşurken İngiliz delegesi yanlarına yaklaşır ve Mısırlı Bakan’a; “Bunlarla yeniden mi dost olacaksınız?” diye söz atınca, Mısırlı Bakan; “Sizleri tanıdıkça dostumuzu düşmanımızı daha iyi anlamaya başladık” diye karşılık verir.
Parça bütünün habercisidir. Bu tür olumsuzlukları bir araya getirdiğiniz zaman iki millet birbirine karşı mesafeli hale dönüşüyor. Bizler, aydın insanlar olarak bu tuzağa düşmemeliyiz. Her milletin içinde iyisi de vardır kötüsü de. Önemli olan iyilerin irşat ve iradesiyle yol alabilmeyi istemektir.
Yüce Yaratıcımız, Arapların o dönemdeki cehalet ve yabaniliğini dikkate almasaydı, Peygamber’ini o toplumun içinden çıkarmazdı. Peygamber Efendimizin, tebliğ döneminde karşılaştığı acıları hepimiz biliyoruz. Bize düşeni iyinin peşine düşmektir, kötüyü kendimize koruma kalkanı yapmak değildir!
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-