“Attan inmeyesüz!”
Tarihçilerin anlattığına göre 1389 yılındaki Kosova Muharebesi, bir imparatorluk olma yolunda hızla ilerleyen Osmanlı’nın en zorlu duraklarından biri olmuştur. Kalabalık bir Balkan ordusu ile 8 saat boyunca kılıç şakırdatan Osmanlı açısından savaşın dönüm noktası, o sıralarda yaman bir şehzade olan Yıldırım Bayezid’in bütün savaş alanını sağdan sola geçerek o esnada zor durumda bulunan ordunun sol kanadını toparlaması olmuştur.
Malumunuzdur. Bir Sırp suikastçısı, savaş bittikten sonra Murat Hüdevandigar’ı hançerlemiş, padişah savaş meydanında ruhunu teslim ederek şehit düşmüştür.
Rivayet odur ki, son nefesinden hemen önce oğlu Yıldırım’a tavsiyeler veren, ardından kelime-i şahadet getiren Murat Hüdevandigar’ın ölmeden önceki son sözü “Attan inmeyesüz” olmuştur.
Murat Hüdevandigar, şüphe yok ki bu son cümlesini büyük bir tecrübenin içinden söylemişti. Dedesi Osman’ın tabiri caizse “bir evlek” olan topraklarını babası Orhan sadece 33 yılda Ankara’dan Rumeli’ye değin genişletmişti ve bunu “attan inmeden” başarmıştı. Murat Hüdavendigar ise, 30 yıl süren saltanatında Osmanlı Devleti’nin sınırlarını Antalya’dan Macaristan’a uzanan geniş bir araziye yaymıştı. Tabii ki “attan inmeden…”
Bunu biraz geriden alayım.
Biz, yani başta Osmanlı olmak üzere tüm Müslümanlar attan ineli beri, merhameti de, vicdanı da, adaleti de başkalarından arar hale geldik. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin, Cenevre Sözleşmesi’nin, Birleşmiş Milletlerin, Lahey’in, Brüksel’in merhametine kaldık geldiğimiz nokta itibarıyla.
Mesele sadece bununla kalsa “neyse” deyip geçeriz belki de ama mesele sadece bununla sınırlı değil. Attan indik ineli, düşmanlarımızın asla mağlup edilemeyeceğine dair bir tutukluk, eziklik, cesaretsizlik biçimi de geliştirdik. Üstelik bunu, düşmanlarımızla mücadele etmenin değil de onları yenmenin üzerimize farz olduğunu düşünerek, bu zihinsel sapmayı da ta iliklerimize kadar hissederek hayata geçirdik.
Attan indik ineli tüm İslâm dünyasında her şey şarta, hazırlığa ve güce bağlı hale geldi. Düşmanlarımızla mücadele etmek için şartlar asla olgunlaşmıyor, hazırlığımız asla tamamlanmıyor, gücümüz asla toparlanmıyor. Hal böyle olunca da “düşmanın yenilmezliği”, bir mitolojik canavar, bir ejderha olarak esir alıyor zihinlerimizi.
Bugün Resulullah (s.a.v) aramızda olsaydı ve 300 kişilik İslâm ordusunu, 1.000 kişilik Kureyş ordusunun üzerine yürütmeye karar verseydi, İslâm ülkelerinin liderleri başta olmak üzere bütün Müslümanlar O’na, “Hele biraz güçlenelim, savaş teknoloji-lerimiz gelişsin, şartlarımız olgunlaşsın, hazırlığımız tamam olsun da öyle savaşalım” derlerdi. O mitolojik canavar, o ejderha, Allah’a imanımıza galebe çalardı ve yapardık bunu.
Attan indik ineli bahaneleri bahanelere eklemekte uzman hale geldik. Ne de olsa İsrail ve Amerika çok güçlü ama (hâşâ) Allah ve O’na iman ettiğini söyleyenler (“iddia edenler” mi demeliydim?) çok güçsüz.
Attan indik ineli sinik, güçsüz, yılgın bir insan topluluğuna dönüştük topyekûn.
Bugün geldiğimiz noktada Çin’in bir ucundan Avrupa’nın bir ucuna kadar tüm Müslümanlar, neredeyse kayıtsız ve şartsız olarak “Emperyalistler gelsin de bizi öldürsün” diye bekleyen yahut merhameti de, adaleti de bizatihi bu aşağılık emperyalistlerden bekleyen bir “kütle”ye dönüşmüş durumda.
Bu sinik, güçsüz, yılgın halimiz bizi öyle bir noktaya getirdi ki liderlerimizden biri açıktan “Hamas terör örgütü değil, mücahitler topluluğudur” dediği için umutlarımız yeşeriyor, gözlerimiz yaşarıyor. Bu tepkimizin “bütün utancımızı ifade eden kusursuz bir örnek” olduğunu söylememiz gerekirken üstelik.
Nedir geldiğimiz nokta? Şudur: Bugün İsrail gözümüzün önünde, canlı yayında “atından inmeyen son topluluklarımızdan biri”ne soykırım uyguluyor. Biz de ülkelerimize, liderlerimize “Hiç olmazsa İsrail ile ticareti kesin” diye yalvarırken buluyoruz kendimizi.
Aramızda “yalnız yürür, yalnız ölür ve yalnız haşrolur” tespitine mazhar olacak Ebu Zer yok. Bunu biliyoruz. Aramızda o sefere gitmek için elinde avucunda ne varsa satıp deve ve silah alacak kimseler yok. Bunu da biliyoruz. Aramızda nefsine uyup o sefere katılmadığı için 50 gün 50 gece gözyaşlarına boğulup tövbe edecek ve dürüstçe “Nefsime uydum” diyebilecek Kab bin Malik de yok. Bunu da biliyoruz.
Bütün bu yokluğun içerisinde helâk olup gitmeyi, sıranın bize gelmesini bekliyoruz. Öyle inanıyorum ki sıra bize geldiğinde Hayber Yahudilerinin infaza direnmeye çalıştığı kadar bile direnmeyeceğiz. Başımıza ne geldiyse bütününü hak ettiğimiz duygusuyla yok olup gideceğiz.
Attan indik ineli, korkunç bir bezginlikle “kurtarıcı” bekliyoruz.
Üzgünüm. Kimse gelmeyecek. Ata binmeyi yeniden öğrenmezsek kimse kurtarmayacak bizi.
İsmail Kılıçarslan
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-