‘’Ey oruç, diriltici rüzgâr, İslam baharı
Es insan ruhuna inip yüce ilham dağından
Kevser içir, âbıhayat boşalt, kristal bardağından
Susamış ufuklara, insan kalbinin ufuklarına.’’
Herkesin bir ilk oruç hikayesi vardır bu topraklarda. Benim hikayem başladığında mevsim yazdı. İlk okulun beş yıl olduğu zamanlardı. Ramazan coşkusunu ilk okulun son sınıfının yazında nemi ve sıcağı çok hissedilen İskenderun’da yaşadım ilk kez. Evimizin bulunduğu gecekondu mahallesinde, büyük bir heyecanla beklenen, hazırlıkları günler öncesinde yapılan, muazzam bir atmosfere sahip bir aydı Ramazan o zamanlar.
Bambaşka bir havaya bürünürdü dünya sanki. Yaşlılar daha mütebessim, kadınlar daha hamarat, gençler daha yardım sever görünürdü. Evlerden gündüzleri Kur’an sesleri yükselirdi. Bu ayda, en azından bir hatim indirme arzusu vardı okumayı bilenlerin. Bütün bir mahalle tek bir evmiş gibi hareket ederdi. Herkes en yakın komşusuna o gün tencerede ne kaynadıysa bir tabak doldurur gönderirdi. İftara yakın dakikalarda evler arası yemek dolu tabakların seyahati sıklaşırdı.
Buzdolapları, klimalar yaygın değildi. Kimsenin bir şikâyeti de olmazdı o sıcak havalardan. Varsa da isyan noktasında değildi en azından. İşten eve dönen erkekler, eve yakın yerlerde kurulan karpuz sergilerinden seçtikleri kavunu, karpuzu koltuklarına sığdırmaya çalışarak ve seri adımlarla yetişmeye çalışırlardı iftara. Evlerinde buzdolabı olmayanlar yine yol kenarlarına tezgâh açanlardan buz fabrikasından getirilen buz kalıplarından ihtiyaçları kadarın alırlar, elleri dona dona ve buz erimesin diye çabalayarak koştururlardı. Akşam için meyan şerbeti, ayran, limonata hazırlanırdı. Gazlı içecekler yaygın değildi bu kadar. Plastik poşetler henüz dünyamızı istila etmemişti. Fileler, bez torbalar ve çimento kağıdından ya da gazeteden hamurla yapıştırılmış kese kâğıtları vardı alışveriş yapanların ellerinde. Yani doğal ürünler tam olarak hayatımızdan çıkarılamamıştı henüz. Tatlı telaşın somutlaşmış halini yaşıyordu mahalleli.
İftarın ardından oruç tutan herkes, kalan dar vakitte akşam namazını eda etmeye koyulurdu. Kalabalık ailelerde bu defa abdest almak için bir koşturmaca başlar, iftar öncesi abdest alanlar, akıllıca bir iş yapmış tavırlarıyla seccadelerin başında yerlerini alırlardı. Namazlar kılındıktan sonra mahalle camisinin uzaklığına göre ya biraz soluklanılır ya da teravih için camiye revan olunurdu. Teravih sonrası ise gençler varsa, daha önce tespit ettikleri mekanlarda buluşur zaman geçirirlerdi. Diğerleri ise gündüzden haber verdikleri bir komşuya, bazen de çat kapı, çay içmeye/ sohbet etmeye giderlerdi. Sohbetin ilk konusu da o günkü orucun nasıl geçtiğidir. Zorlananlar, rahat geçirenler, oruçlu olduğunu unutup bir şeyler yiyip içenler ve onlara ‘bir şey olmaz, orucunuz bozulmaz’ fetvasını yapıştıranlar… Tekne orucu tutan çocuklar da zafer kazanmış kumandan edasıyla anlatırlardı yaptıklarını. Sonra farklı konular konuşulurdu. İkramlar biter, herkes evine giderdi.
Sonra büyüdük. Çocuklarımız oldu. Onlara da mümkün olduğunca bu gök sofrasının heyecanını aktarmaya gayret ettik. Hicri takvimin mucizevi döngüsü nedeniyle her mevsimi, her ayı hatta yılın her gününü oruçlu geçirmek de nasip oldu. Hamd olsun. Biz büyüdük. Dünya küçüldü ve kirlendi. Kirlenen, küçülen insandı, insanlıktı belki. Şimdi, Ramazan ayının gelişini televizyonlarda muhteris fırsatçıların zam yarışı haberleri ile duyuyoruz. Fiyat artışlarında herkes bir diğerini suçluyor. Mahalle kavramını ise ancak yerel seçimlerde muhtar adayları enflasyonundan hatırlar olduk. ‘’Komşusu açken tok yatan bizden değildir.’’ muazzam yardımlaşma ilkesini kitap sayfalarına hapsettik. Çünkü gönül komşularımız, kardeşlerimiz şu an savaşın ve açlığın pençesinde kıvranırken biz, mükellef iftar sofralarının hayallerini kurmaya başladık maalesef. Küçülen dünyada kirlenen insanlık yüzünden kardeşlerimizi görmez olduk.
Müslümanların savaş ve farklı zulümlere maruz kaldığı topraklarda pek çok çocuk, ilk oruç coşkusunu yaşayamayacak. Savaşta hayatta kalanlar da açlıkla dahi mücadele edemeyecek kadar zayıf düşecek belki. Peki bizim sorumluluğumuz yok mu? Elbette var. Bu yıl; yapacağımız diğer yardımların dışında, bir iftar da kardeşime, diyerek desteklerimizi sürdürmeliyiz. Yine bir şiirle bitirelim yazıyı. Mehmet Akif ERSOY, gönlümüze dokunsun dizeleriyle:
‘’Yâ Rab, şu muazzam Ramazan hürmetine,
Kaldır aradan vahdete hâil ne ise;
Yâ Râb, şu asırlarca süren tefrikadan
Artık ezilip düşmesin ümmet ye’se.’’
Son söz: Âmin.
EYYUP YÜKSEL
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
Yüreğine sağlık Eyyüp hocam. Çocukluğuma gittim geri geldim. Gelmeyeydim iyiydi.. 😊