Meşru ve doğru siyasetin karşı karşıya bulunduğu sorunları biri diğerleriyle ilgili üç alanda toplamak mümkün: Yerel/yöresel, bölgesel ve küresel sorunlar.
Birincisi “yerel ve yöresel sorunlar”ı Müslümanların kendi aralarında çözmesi gerekir. Bugün İslam dünyası muazzam bir çatışma hali içinde yaşıyor. Din müntesipleri, mezhepler, etnik gruplar, sivil toplum kuruluşları, cemaatler, yöneten ile yönetilenler, fakirler ile zenginler, kendi aralarında ülkeler, mültecilerle yerli ahalinin ırkçı ve yabancı düşmanları, kadın ile erkek birbirleriyle çatışıyor.
Tam bir kaos hali yaşıyoruz. Liderlerin ve yönetici elitin hükmettikleri uluslara ilişkin yüceltmeleri, propaganda amaçlı hitabetleri bir kenara bırakacak olursak, tarihinin en kötü dönemi içinde yaşadığımız görmezlikten gelinemez. İsrail’in aylardır sürdürdüğü Gazze’deki katliam karşısında içine düştüğümüz acziyet veya duyarsızılk her şeyi anlatmaya yeter.
Avrupa’nın karanlık dönemi “Ortaçağ” ise, biz de şimdi “zifiri karanlık bir dönem”in içine girmiş bulunuyoruz. İslam dünyasının tamamı, biri diğerinden mahiyetçe farklı değil, aralarında derece farkıyla bu karanlığın içinde yüzüyor. Bu krize makul, haysiyetli, tarafları tatmin edici, ilahi hükümlerine maksadına mutabık çözümler bulmadıkça kimse rahat yüzü görmeyecek.
Doğru siyasetin üzerine eğilmesi icap eden ikinci konu İslam Birliği’dir. Gelgitler yaşansa da “bölgesel entegrasyonlar” trendine girmiş bulunuyoruz. Bu gelişmeye “İttihad-ı anasır-ı İslam” ile karşılık verilebilir.
Bir araya geliş ancak çağımızın genel gidişine uygun bölgesel bir entegrasyon tasarlamak, bunun vizyonunu ve modelini geliştirmek suretiyle gerçekleşebilir. Önümüzde Avrupa Birliği (AB), Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT), Şanghay örnekleri var.
İslami siyasetin üçüncü önemli hedefi “küresel devlet”e hazırlık yapmaktır. Bazı sorunların sebebi olması dolayısıyla küreselleşmeye karşı ulus ve ulusalcılık (milliyetçilik) gelişiyor görünse de, dünya adım adım tek ve küresel bir devlete doğru evriliyor.
Bu konuda fikri ve felsefi, kelami ve fıkhi, beşeri ruhsal ve sosyal çalışmalar adeta yok hükmünde. Gelecekte dünyayı tek bir merkezden yönetme eğilimleri artık sır değil. Bilim, teknoloji, ulaşım, ekonomi, tüketim, medyada ki gelişmeler ve geometrik olarak artan nüfustan hoşnut olmayan lobiler beşeri havzaları küresel bir yere doğru götürüyor ki, eğer bizim buna zihni ve felsefi, sosyal beşeri ve ruhi bir hazırlığımız yoksa pek de uzak olmayan bir gelecekte şekillenecek küresel homojen devlette eriyip gideceğimiz gün gibi ortada. İslam dünyası üzerinde şu an acımasız çatışmaya dayalı proje uygulanmasının bir sebebi, İslam’ın bu küresel devleti geciktiriyor olmasıdır.
Küresel devleti tasarlayanlara göre, İslam dünyası “sisteme entegre olmayan boşluk”tur. Bu boşluk sistemin devamını sağlayacak sürecin önüne engeller çıkarıyor. Küresel güçler söz konusu boşluğu gidermek için “yaratıcı kaos doktrini”ni uyguluyorlar. Yaratıcı kaos doktrini, İslam dünyasında ne kadar dini görüş varsa önce ayrıştırmayı, kutuplaştırmayı ve çatıştırmayı zorunlu görüyor. Niyet varolan sağlıklı veya hastalıklı unsurları çatıştırarak son yapı taşına indirgemek. Sonra bitkin ve yorgun düşmüş Müslüman dünya bir kurtarıcıyı, bir Mesih’i, bir mehdiyi arar hale getirmek. Kurtarıcı elbette küresel güçler olacaktır.
“Yumuşak güç doktrini”ni tasarlayanlar ve finanse edenler açısından bunun muhtemel bir riski var. Baskıdan kurtulan Müslüman toplumların grupları, her ne kadar modern küresel sisteme uyum sağlayabilmeleri için diğerlerine göre pozitif ayrımcılığa aday gösterilecek ve destekleneceklerse de, Müslüman toplumlara duyulan güvensizliğin günün sonunda bunlarda da neş’et etmeyeceğinin garantisi yoktur. Doğruysa eğer Sovyet işgaline karşı Amerika tarafından desteklenen Afgan mücahitlerinin, hatta El Kaide’nin daha sonra amansız Amerikan düşmanı kesildikleri hatırlardadır. Bu açıdan bakıldığında küresel egemenlerin Müslüman dünya için zorunlu gördükleri yıkıcılık ve baskı ile metezorik değişim dışında seçenek söz konusu değildir.
Mevcut ulus devletler bu yöntemle Müslüman toplumları bugünün ve geleceğin küresel sisteminin kullanımına amade kılmaktadırlar. Modern durumda hakim söylem “demokrasi” ise de, Müslüman toplumlar uluslar arası statükonun devamı ve sağlığı için monarşiler, diktatörlükler veya otokrat yönetimlerle yetinebilirler. Eğer Müslüman toplumlara güven duyulsaydı Arap baharıyla demokratik yönetim, adil bölüşüm, düşünce ve ifade özgürlüğü ile İsrail karşısında daha onurlu bir duruş talebiyle meydanlara dökülen milyonlarca Arab’ın çağırısı desteklenmeseydi bile en azından karşısında çekimser kalınabilirdi. Sistemin patronları ABD ve AB bu riski göze alamadılar ve Cezayir (1992), Türkiye (1997), Filistin (2006), Mısır (2013) ve Tunus’ta (2023) gözlendiği üzere adil seçimleri hiçe sayıp bölgenin baskıcı yöneticilerine arka çıktılar.
Biz sorunlarımızı kendimiz teşhis ve tedavi etme becerisini göstermeli, zaaflarımızın gerçek sebebini komplo teorilerinde veya dış güçlerde ve ne olduğu belirsiz üst-akıl’da veya bizden farklı fikirlere ve taleplere sahip olanların kötü niyetinde değil, içimizde aramalıyız. Kendi itikadımızla ve kaynaklarımızla bu sürece eşlik etmeliyiz. Eşlik etmek demek; aktif ortak olmak demektir. Çünkü sonuçta bu süreci belirleyecek olan sözdür. Peygamberler tebliğe başlayıp büyük bir mücadeleye atıldıklarıında yanlarında sözden başka bir şey yoktu. Teknolojinin, zenginliğin, askeri tahakküm ve kültürel hegemonyanın gücünü yine teknoloji, zenginlik, askeri tahakküm veya “kültürel” hegemonya değil, ancak Hak’tan, hakikatten, hakkaniyet ve Hukuk’tan neş’et eden söz yenebilir. Sözün gücü ve büyüsü bütün güçlerin üstündedir.
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-