Çalışmamızın başında “Tek Din” gerçeğini vurgulamış, İslâm’ın Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar gelen tüm peygamberlerin ortak tevhid inanışının adı olduğunu söylemiştik. Yâni Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği din, O’nun 23 yıllık risâleti ile sınırlı değil, Hz. Âdem’den beri gelen tevhidi inancın onunla tamamlanan iman/tekâmül/üstün ahlâk sürecidir. Bunun daha genel anlamı şudur: “İster adı Kur’ân’da yer alsın isterse almasın din olarak algılanan isimler, gerçek dini değil, İslâm’dan/tevhidden çeşitli görüşler/fırkalar oluşturarak sapanları/kopanları/ayrılanları ifâde etmek için kullanılan sosyolojik tanımlamalardır.” Yani başka bir ifâde ile ismi ne olursa olsun “dinler” diye isimlendirilen inançlar İslâm’ın/Tevhid’in karşısında, ilâhî vahiyden/Kitap’tan ayrılan ve çoğu şirke saplanmış oluşumlardır.
Bu konuyu Kur’ân’da destekleyen birçok âyetten ikisi şudur: “İbrâhim, ne Yahudi idi, ne de Hristiyan. Fakat o, hanif (Allah’ı bir tanıyan, Hakka yönelen) bir Müslümandı. Allah’a ortak koşanlardan da değildi.”[1] Âyet çok açık/net bir şekilde önce tevhid dininin babası olarak bilinen Hz. İbrahim’in Yahudi ve Hristiyan değil, “Müslim” olduğu vurgulanmakta ve arkasından da O’nun müşrik olmadığı belirtilmektedir. Bir başka âyet de şöyledir: “İbrahim’in, İsmail’in, İshâk’ın, Yakub’un ve onların soyundan gelenlerin ‘Yahudi’ yahut ‘Hristiyan’ olduklarını mı iddia ediyorsunuz?” De ki: “Allah’tan iyi mi biliyorsunuz? Allah tarafından kendisine verilen bir delili örtbas edenden daha zalim kim olabilir? Ama Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.”[2]
Yine bu âyette de görülüyor ki; Kur’ân, tevhidin temsilcisi olarak isimleri sayılan bu peygamberlerin “Yahudi” ve “Hristiyan” olmadıklarını söylemektedir. Aynı zamanda bu âyet “Yahudilik” kavramının Hz. Mûsâ’nın zamanından çok sonraları ortaya çıktığı, “Hristiyanlık” ve “Hristiyan” kavramlarının da Hz. Îsâ zamanında bilinmediği ve daha sonraki gelişmelerin ürünleri olduğu gerçeğine işâret etmektedir. İşte bütün bunlar bize Yahudilerin ve Hristiyanların tevhid akidesinden sapmış ve şirke bulaşmış olduklarından “Müslim” vasfını yitirmiş olduklarını göstermektedir.
Kısaca; tek din vardır ve o da İslâm’dır. Yani tek olan Allah’a şirksiz teslim olmak, ilâhî irâdeye beşeri hiçbir unsur katmaksızın boyun eğmektir. Bu nedenle yeryüzünde Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar –hangi dönemde yaşarsa yaşasın– bu temel ilkeye inanan ve onu hayata yansıtmaya gayret eden her insân Müslümandır. Bunun yanında din olarak isimlendirilen ilâhî kaynaklı olduklarını söyleyen tüm inançlar sosyolojik yapılardır ve bunların teorisyenleri/âlimleri kendilerine indirilen Kitap’ı tahrif etmiş ve ilâhî vahyin âyetlerini bükmüşlerdir. Biz çalışmamızın ilk iki bölümünde ilâhî vahyin âyetlerini büken ve onları kendi mezhep, meşrep, mizaç ve çıkarları doğrultusunda bozan/saptıran zihniyetin tahriflerini Kur’ân’da Yahudilik ve Hristiyanlık üzerinden kronolojik bir düzlemde anlatmaya çalıştık.
Şimdi ise bu üçüncü bölümde ilâhî vahyin son muhatabı olan müslümanların kendilerine indirilen Kur’ân’ın –lâfzını olmasa da– âyetlerini nasıl büktüklerini veyâ Hz. Peygamber’in şikâyetiyle Kur’ân’ı nasıl “mechur/terkedilmiş”[3] bıraktıklarını incelemeye gayret edeceğiz. Bugün İslâm dünyâsı –böyle bir dünya var mı tartışılır– bu tahrif ve tahrip gücünün oluşturduğu yıkım sürecinin en trajik ve dramatik aşamasında bulunmaktadır. Bu nokta olmak veyâ olmamak noktasıdır. Ezelî takdirin neye karar verdiğini şu an bilmiyoruz ama bildiğimiz, gözlemlediğimiz gerçek Hz. Peygamber’in Müslümanlara bıraktığı bu ilâhî emanet adına çok kritik bir geçit noktasında olduğumuzdur. Hattâ daha da ileri gidersek, yaşamamız için önümüze konulan bu dinin arkasında Hz. Peygamber’in ne kadar olduğu bile tartışılmalıdır.
Kur’ân’ı dışlamaktan kasdettiğimiz, onun fiziki anlamda tutmaktan çok manevi anlamda “ikinci sıraya düşürülmesi” gerçeğidir. Bu gerçek, Kur’ân’ın mücadele ettiği Mekke şirkinden daha yıkıcı bir belâyı Müslümanların başına sarmış ve Kur’ân’ın din adına yıktığı davranışlar Hz. Peygamber’in âhirete göçüşünden kısa bir süre sonra tekrar dinleştirilmiş, devamında da tevhidin kitabına iman ettiğini söyleyen kitleler İslâm adı altında şirkin mirasını ihya etmeye başlamışlardır. Şimdi; Müslümanların en büyük bahtiyarlığı Kur’ân gibi “geçmiş vahiylerden bu/güne kalanı tasdik edici ve içinde hangi doğruların bulunduğunu belirleyici”[4] bir kitaba sahip olmalarıdır. Üstelik bu kitap bizzat Yaratıcı Kudret olan Allah’ın garantisi altındadır. Öyleyse yapılması gereken iş, çarpıtılan/bükülen âyetleri ve dinleştirilmiş geleneği, Kur’ân’ın ışığında/filtresinde arındırmak ve Allah’ın irâdesi istikametinde yeniden aslî anlamlarına dönüştürmektir. Bu dönüş, günümüze değin Kur’ân’a getirilmiş yorumlardan oluşan mirasın yeniden gözden geçirilmesiyle başlar. Mirası gözden geçirmenin beklenen sonucu vermesi için de peşin kabullerin bir kenara itilmesi şarttır.
Bugün “İslâm” diye ortaya konulan din, özellikle Emevi döneminden başlayarak, daha sonra Abbasiler döneminde sonuca ulaşan uydurma hareketinin ürettikleriyle karışmış bir yapı arz etmektedir. Bu “İslâm”, temellerini sırf Kur’ân’dan alan, yâni din adına Kur’ân’ı yeterli gören bir “İslâm” anlayışı değildir. Bu “İslâm”, Emevilerin ve Abbasilerin reforma uğrattığı “İslâm”dır. Ne yazık ki; Hz. Peygamber’in vefatının üzerinden çok geçmeden “hilâfet saltanata dönüşmüş”[5] veya daha doğru bir ifâde ile Emeviler, “dini saltanatı güçlendirecek bir ideolojiye” dönüştürmüşlerdir. Bu dönemde gerek İslâmî nasların yorumlanması, gerekse insâna bırakılan içtihat alanında ortaya çıkan görüş farklılıkları itikadî ve amelî ekolleri oluşturmuş, daha sonra da bu fikrî akımların bir kısmı çeşitli mezhepler olarak ekolleşmişlerdir.
Kitabımızın bundan sonraki bölümlerinde tevhid ehliyken İsrailoğulları nasıl Yahudileşmişlerse, yine Nasranîler nasıl Hristiyanlaşmışlarsa son vahye muhatap olan Müslümanları da bu noktada bekleyen tehlikelere dikkat çekmeye çalışacağız. Aslında “bekleyen dedik” ama bu tehlikeye Müslümanlar uzun bir zaman önce bulaşmışlar ve Kur’ân’ın âyetleriyle Yahudiler ve Hristiyanlar için eleştiri/uyarı/tehdit yaptığı birçok yanlış/olumsuz/sakıncalı davranışı/tavrı inançlarının bir parçası/paraleli hâline çoktan getirmişlerdir. Hâlbuki sürekli okuduğumuz ve kitabımızın açılış suresi olan Fatiha Sûresi’nde Allah’tan “Yahudileşerek gazaba uğrayanların ve Hristiyanlaşarak sapıtanların yoluna değil de bizi dosdoğru yola iletmesini” istememize rağmen, sözlerimizle eylemlerimiz örtüşmemiştir. Son söz olarak şunu iyi bilmeliyiz ki: “Yahudileşme ve Hırıstiyanlaşma eğilimi, Yahudilerden ve Hristiyanlardan daha tehlikelidir.”
NECMETTİN ŞAHİNLER
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
[1] Âl-i İmrân/67 “Mâ kâne ibrâhîmuyahûdiyyen ve lâ nasrâniyyen ve lâkin kâne hanîfenmuslimâ(muslimen), ve mâ kâne minel muşrikîn(muşrikîne).”
[2] Bakara/140 “Em tekûlûne inne ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ve ya’kûbe vel esbâtakânûhûden ev nasârâ kul e entum a’lemuemillâh(emillâhu), ve men azlemumimmen keteme şehâdeten indehu minallâh(minallâhi), ve mâllâhu bi gâfilin ammâ ta’melûn(ta’melûne).”
[3] Furkan/30
[4] Mâide/48
[5] Muâviye’nin oğlu Yezîd’i veliaht olarak tayin etmesi suretiyle.