“Onda ‘sükûn bulup durulmanız’ için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da, O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten âyetler vardır. (30/Rum, 21.)
Bu ayetten başka, eşler arasındaki ontolojik birlik ve yakınlığa Nisa (4/1) ve A’raf sûresinde (7/189) değinilmiş bulunmaktadır. Ontolojik birliğin/birlikteliğin basit/yalın bir birleşmenin ötesinde insanın varlık yapısıyla ilgili manevi, hatta aşkın bir boyutu var.
Söz konusu birliği iki şekilde anlamak mümkün:
İlki kadın ve erkeğin, her ikisinin aynı özden, “bir nefs”ten yaratılmış olması (4/Nisa, 1); diğeri kadının erkeğin nefsinden yaratılması. Nisa sûresinin ilk ayetinde zikri geçen “min nefsin vahide” dişildir yani ilk tohum dişil olup bundan eril oluşmuş, arkasından dişi erilden varolmuştur. Bu yüzdendir ki, erkekteki koromozomlardan biri Y iken diğeri X, fakat kadındaki iki kromozm da X’tir.
Bu ayette afakta, varlık âleminde ve enfüste yani insanın iç dünyasında olduğu gibi, insanlar arasındaki doğru ilişki biçimlerinde de Allah’ın ayetlerinin, varlığının şefkat ve merhametinin tecellilerini gözlemenin, hatta hissederek ve yaşayarak da tespit etmenin mümkün olduğuna atıf vardır. Rum, 21. ayet ilginç bir biçimde Allah’ın gözlemlenebilir ayetleri, erkek ve kadın ilişkileri üzerinden anlatılır.
Kadın ve erkek birbirinin eşidir (49/Hucurat, 13), biri diğerinin rakibi ve hasmı değil, erkek kadının, kadın erkeğin “öteki beni”dir. Bu ilişki yüce Allah’ın bize bir rahmet olarak indirdiği Münzel Şeriat’ın tayin ve tespit ettiği kurallar dâhilinde tesis edildiğinde fiilen yaşanarak anlaşılır, sadece ilme’l-yakin veya aynel’l-yakin değil, hakka’l-yakin olarak da tezahür eder.
Eşler birbirlerinde “sükûn” bulur, dinlenirler. Erkeğin cinsel olarak daha baskın olduğuna ilişkin klasik tefsirciler arasında yaygın görüş varsa da, kadının da güçlü bir cinsel arzuya sahip olmadığını söylemek mümkün değil. Belki erkek isteğini daha açık ifade eder ve cinselliği çağrıştıran görsel her şeyden, söz gelimi kadın bedeninden uyarılabilir. Bu çerçevede Kur’an-ı Kerim son derece edebi ve edebli bir üslup kullanarak her ikisini birleşmeye götürecek fiili “lems” kelimesi ile ifade eder: “yahut kadınlara dokunmuşsanız (اَوْ لٰمَسْتُمُ النِّسَاء)” (5/Maide, 6.)
Bu iki kelimede, her iki cinsin en temel fizyolojik ve psikolojik kodlarıyla ilgili ufuk açıcı bir durum tespiti vardır. Hitab erkeğe olduğuna göre, dokunma fiili ondan sadır olacaktır. Sebebine gelince, genel teamül olarak erkek bakarak uyarılır, kadın ise kendisine dokunularak. Bu beşeriyetin sahih örfünün hüküm sürdüğü her yerde ve zamanlarda böyledir. Talep erkekten gelip de kadın tarafından olumlu karşılığında ilk bedensel/tensel fiil “lems”tir. Derin bir hakikate işaret eden söz konusu ifade, neden kadının kendiliğinden görünen kısmı hariç (24/Nur, 31), bedenini örtmesi gerektiği hakkında bize iyi bir fikir vermektedir. Hicap veya tesettür, iki cinsin fıtri yapılarının karşılıklı ve sağlıklı tecrübe edilip yaşanmasını güvence altına alır, sıhhatli ilişkiyi muhafaza eder.
İstisnai durumlar hariç kadın kendisine dokunulmadıkça hemen uyarılmaz. Aynı potansiyelin dışa vurumu konusundaki farklılık, erkeğin kadında sükûn bulması şeklinde bir ifadeye mesnet teşkil etmiş olabilir; bu açıdan rivayet edilen bazı hadislerde eşi arzu beyanında bulunduğunda kadının kocasını reddetmemesi yönünde önemli uyarılarda bulunulmuştur. Zira eğer erkek kadına göre kendini kontrol etmede daha zaaf içinde bir yaratılışa sahip ise, sükûn bulmadığı takdirde gözü harama kayar, bu da hem ailenin hem toplumun huzur ve barışının bozulmasına sebebiyet verebilir. Bazan yanlış çıkarımlarda bulunmuş olsa da Freud’un ve Nietzsche’nin üzerinde önemli durdukları üzere erkeğin belli durumlarda boşa atması gereken su, bedende kalmaya devam edecek olursa, kan ve irin toplayıp da bir türlü patlatılmayan kocaman bir kan çıbanına dönüşür; bedende oluşan bu araz, ruhsal araz ve illetlere yol açar, bunun olumsuz etkileri sosyal ve politik semtomlar şeklinde kendini gösterir.
Şu halde Hz. Peygamber’in, talebi halinde kadına kocasına cevap vermekten imtina etmemesi yönünde yaptığı uyarılar, erkeği kayıran “erkek egemen (ataerkil)” bakışla ilgisi yoktur, tam aksine kadının da bir üyesi olduğu genel toplumsal hayatın huzuru ve istikrarıyla ilgilidir, bunun her iki cinste karşılık bulduğu yer kendilerine özgü yaratılışta aranabilir ancak.
Bu inceliğe dikkat çektikten sonra artık rahatlıkla ve mahiyet itibariyle cinsel arzuların tatmininde erkek ve kadın arasında fark olmadığını söyleyebiliriz. Nasıl galeyana gelmiş bir nehrin ulaşmak istediği nihai hedef denize ulaşmak ise, fıtratı itibariyle deniz de ancak kendisine ulaştığında sükûn bulan nehri kendi yatağında kabul eder, bu onun varoluşsal amacını gerçekleştirir.
Sükûnun olmadığı durumlarda huzursuzluk, kaygı, çatışma ve mutsuzluğun olduğu açıktır. Eşler birbirlerine sükûn sağlıyorlarsa bunun karşılıklı olduğunu ve birbirlerine daimi olarak bağlı yaşamaları gerektiğini göstermektedir.
Eşlerin birbirlerine bağlı yaşaması ile bağımlı yaşamaya mahkum edilmesi ayrı şeylerdir. Fizyolojik veya psikolojik bir hastalığa düçar olması durumunda eşlerden biri eşine bağımlı hale gelebilir, bu, eşten dolayı bir bağımlılık değil, çünkü engelli veya hasta eşini terk eden eş vefasızlık gösterir bu sefer bakıma muhtaç olan insana en yakın akrabası bakar. Katolik Kilisesi boşanma yasağı kuralını vaz’etmekle zorunlu bir bağımlılığı tesis etti; böylece kadın ve erkeğin birbirlerinden ayrı olabilme ihtimalini tümüyle ortadan kaldırabileceğini zannetti. Ama yasak bu iki cinsin gerçeğiyle uyuşmadığından, eşler ya evlilik birliğini gizlice ihlal ettiler ya da çok daha dramatik hayatla sürmeye mahkum oldular. Sonraları 1962-1965 Vatikan Konsili’nde Kilise bu yasağı gevşetmek zorunda kaldı.
İslam fıkhı, “Allah’ın en sevmediği helal”olarak (Ebu Davud, Talak, 3) görse de, boşanmayı ne büyük oranda zorlaştırır ne de olur olmaz durumlarda erkeğin insafına bırakır. Mevcut hukukta ise yasalar erkeğe zulmeder, bir an önce karara bağlanması gereken boşanma yıllarca sürer. Bu, iddia edildiğinin aksine aile birliğini korumaya matuf makul ve gerekli bir tedbir değil, feministlerin ve batılı belli başlı güç odaklarının finanse ettiği kadın hareketlerinin başını çektiği manipülasyonların marifetidir. Söz konusu hareketlerin, bunlara eşlik eden LGBT ve toplumsal cinsiyet gibi gündemlerin yöneldiği nihai hedef, geometrik artış gösteren beşeri nüfusu yavaşlatmak ve giderek durdurmaktır.
Türümüzün bu gezegendeki devamı neslimizi devam ettirmemize bağlıdır. Neslin devamı da ancak iki cinsin çiftleşmesi ve bu yolla üremesini gerektirir. Kadının erkeğe, erkeğin kadına karşı tam olarak özerkleştiği ve kopma manasında özgürleştiği beşeri durumda sükûn olmayacağı gibi, neslin devamı da mümkün olmaz. (16/Nahl, 72.)
Şu halde sağlıklı çözüm orta yoldur (vasat). Katolik Kilisesi iki cinsi birbirine bağımlı tutmak istedi, modernlik iki cinsi birbirinden koparıp çatıştırmakta, tümüyle özerkleştirmektedir. Söz konusu iki aşırı (ifrat ve tefrit) tutuma karşı iki cinsin brbirlerine bağlı yaşamasıdır.
İbn-i Abbas ve Mücahid, ayette geçen sevginin cinsel birleşmeye, şefkatin çocuk sevgisine atıf olduğunu söylemektedirler. Bu ilginç bir tefsir olmakla beraber, sevgi ve şefkatin her iki cins arasındaki kuvvetli bağı ifade etmesine engel değildir. Şefkat ve merhamet eşleri birbirine bağlar, sevgiyi pekiştirir, hatta ahiret hayatında da ebedileştirir. Efendimizden gelen bazı rivayetler bu konuda bize ışık tutmaktadır. Allah’ın Resulü (s.a.)’ne gelen kadınlar şunu sormuşlardır: “Eşini kaybettikten sonra bir daha evlenen kadınlar, öldükten sonra sonsuz hayatı hangi eşiyle yaşayacaktır?” Efendimiz şu cevabı vermiştir: “Hangi eşi daha güzel ahlaklı ise, onunla yaşayacaktır.” Bu, güzel ahlakın aynı zamanda eşler arasındaki sükûn, şefkat ve mutluluğun sebebi olduğunu göstermektedir. Bunun yanında sahabe kadınları sadece dünyada değil, kendilerini idrak noktasında sonsuz hayatın yaşanacağı ahirette bile kendilerini eşsiz düşünmemişlerdir. Bu perspektiften bakıldığında sahabeler arasında sürüp giden evlilik ve boşanmaların neden Anadolu geleneğindeki gibi trajik olaylara yol açmadan kolaylıkla vuku bulduğunu anlamak mümkün olmaktadır.
Neticede eşler arasındaki sükûn iki cins arasındaki ilişkinin doğru temelidir, bu temel ahirette de sürecek kadar insana ait fıtri ve ebedi bir haslete işaret eder.
Ayetin anahtar teriminin “sükun” ile sekine, sakin, teskin, müsekkin ve mesken’le de yakından ilişkisi var. Kadın ve erkek sükun’u sağlıyorlarsa, “cennet köşelerinden bir köşe” olan “mesken”i de tesis etmiş olurlar; aksi halde ev, “cehennem çukurlarından bir çukur”a döner.
Ali Nalbantoğlu
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-