“İsa’nın ontolojik statüsü ve onun kurtarıcı olarak rolü sözkonusu olduğunda da durum aynıdır. Bugün sadece Proteston teologlar değil, bazı Katolik teologlar da İncillerdeki sayısız çelişki ve anakronizm ile Hıristiyan uygulamalarına sonradan katılan putperest kavramlar şöyle dursun, İsa’nın tarihîliğinin tespitinde kullanılabilecek kaynakların güvenilmez bir yapıda olduğu konusunda kendilerini aldatmıyorlar.”
Dr. Wilfried Hofmann, 1931 yılında Almanya’nın Asehoffenburg şehrinde doğdu. Gençlik yılları 2. Dünya Savaşı’nın bombardımanı altında geçti. 1950 yılında Schenectoday/New York’taki Union College de üniversite eğitimine başladı. 1057 yılında Münih Hukuk Fakültesini bitirdikten avukatlık yaptı. Aynı fakültede Hukuk Doktoru oldu.1961 yılında Bonn’daki Diplomasi, (Uluslararası ilişkiler) okulunu bitirdikten sonra Almanya Dışişleri Bakanlığında göreve başladı. Sırası ile Brükseldeki NATO Enformasyon Dairesi Başkanlığı, Cezayir Büyükelçiliği ve Fas Büyükelçiliği yaptı. 1980 yılında İslâm’ı kabul ederek isminin başına bir de “Murat”ı ilave etti. İslâmî konularda verdiği konferanslar, çeşitli dergilerde yazdığı İslâmî makaleler ve yayınladığı kitaplarla üne kavuştu. Eserleri Arapça, Türkçe, İngilizce, Fransızca olmak üzere çok sayıda yabancı dile aktarıldı.Yazarın dilimize çevrilen çok sayıda kitabı bulunmaktadır. Bu kitaplarından en önemlisi “İslâm: Gerçek Alternatif”’tir. Yazar bu kitabında, İnsanlığın bunalımlarını, Batı’daki din anlayışını, İslâm’ın bunlara verdiği cevapları dile getirmektedir. Eserin diğer bir önemli özelliği de Müslümanlar arasında görülen yanlış anlayış ve uygulamaların da zaman zaman dile getirilmesi ve ancak bunun alternatif kırılmasına sebep olmadığı hususudur. Yazar, “Batı’ya ait paradigmanın bir alternatifi vardır, bu da İslâm’dır!” derken hareket noktası oldukça nettir:
“Komünizmin çöküşünü müteakip dünyanın tek boyutlu hale geldiği fikri beni baştan çıkmış bir müzafferiyet, ‘Üçüncü Dünya’ insanların kültürel emperyalizm olarak itham ettikleri türden bir yanlış hüküm şeklinde etkiledi. Er ya da geç -ama çok da gecikmeden- (kabaca, ‘Amerikan Hayat Tarzı’ olarak bilinen) modernite projesinin yeryüzündeki tüm diğer toplumlar için mecburi bir model olacağı şeklinde sabırsız bir beklenti sözkonusuydu: sanki hiçbir alternatif kalmamıştı. Çok geçmeden, Samuel Huntington, daha da somut bir şekilde, İslâm dünyasının yok olmaya mahkum olduğunu veya tamamen marjinal bir hale geleceğini (1) ima ederek bu nahif fikri genişletmeye çalıştı. Hani şu Avrupa’nın Akıl Çağı denen dönemlerine, ta rezil Haçlı Seferleri çağına dek gerilere giden bir peşin hüküm.
18. yüzyıldan beri Avrupalı insan, büyüklük taslayarak, kendisinin her şeyin ölçüsü olduğu zehabına kapıldı ve muhteşem rasyonelitesinin, onu insanlık tarihinde şimdiye kadar ulaşılmış bilgi, güç ve mutluluğun en yüksek noktasına çıkaracağına inandı. Bu durum oldukça şaşırtıcıdır. Her ne kadar bu yüzyılda bu ‘rasyonel insan’ tarafından tarifsiz zulümler işlenmiş olsa da, – iki vahşi dünya savaşı (ikincisinde atomik silahların kullanılması da dahil), toplu kıyım, Stanilizim ve Bosna’daki ‘etnik temizleme’- onun aklını başına almasına yetmedi. Tam tersine, Batılı insan kendi medeniyetinin nihaî olduğu, evrensel hakimiyeti hak ettiği kanaatini muhafaza etmektedir. Kendi uluslararası hukuku, kendi insan hakları sözleşmesi, kendi ekonomik sistemi, kendi sözde ‘değerden arınmış’ bilimsel yaklaşımı, kendi felsefî epistemolojisi kendi Agnostizm ve ateizmi, kendisi tarafından, doğmakta olan dünya kültürünün aslî bileşenleri olarak görülmektedir; yani “Made in the USA”. ‘Cesur yeni küresel Köy’de beslenme alışkanlıkları, moda, erkek ve kadın güzellik idealleri, zaman öldürme, cinsel adetler, mimari, müzik -aklınıza ne gelirse- hep Batı modeline öykünmek durumundadır. Kalacak olan Batı’dır; gerisi önemsizdir. Ne olursa olsun, Batı’ya ait paradigmanın bir alternatifi vardır ve bu da İslâm’dır.” (2)
Yazar, bu son cümlesinin üstündeki Batı sistemi tablosunun alternatifi olarak İslâm’ı görürken, çok sağlam, inandırıcı ve güven verici gerekçeleri vardır: Bunun içindir ki, sadece kendi görüşü olarak bakmaz meseleye; kolektif düşüncenin ortaya koyduğu geleceğin haritasına bakar ve net konuşur: “Batı âlemi ile Komünizm birbirinin muhalifi oldukları süre içinde İslâm bir “üçüncü yol”, iki felsefe arasında bir tercih olarak telakki edilebilirdi. Ama bugün, yine ikili olan bir dünyada o kendisini alternatif olarak bir hayat tarzı olarak görmektedir. Uzak görüşlü gözlemciler İslâm’ın yirmi birinci yüzyılda başat (dominant) dünya dini olacağını neredeyse kaçınılmaz bir şey olarak görüyorlar. Allah’ın iradesiyle bu olacaktır. İslâm Post-endüstriyel Batı toplumuna kendisini sadece bir alternatif olarak görmemektedir. O tek alternatiftir.” Bu, gözlemi, Onun İslâm’ı seçişine zemin hazırlarken, aynı zamanda Batı’nın da er ya da geç, bir gün gerçeğe ulaşacağı bu ümidinden kaynaklanmaktadır. Onun ümit ettiği diğer bir şey de, “Gelecek yüzyılda hiç şüphesiz İslâm en canlı din haline geleceği”dir…” Sadece bu kadar da değil, İslâm’ın bizzat İslâm dünyasında, hem göçmen, hem de mühtedileriyle, Batı’daki Müslümanlardan tecrübe ve başarılarından çok büyük kazanımlar elde edeceği” (3) dir.
Hofmann, Batı’nın İslâm’a, dolayısıyla Müslümanlara yönelik 20 önyargısını ele alarak bunları enine boyuna tartışmakta ve ortaya dikkate değer sonuçlar koymaktadır. Kitabına verdiği adın anlam ve kapsamı da buradan gelmektedir. Ele aldığı ilk konusu ise, “İslâm ve Batı”dır. Batı eğitim ve kültürü içinde yetişmiş, o medeniyetin imkânlarından alabildiğince faydalanmış ve ülkesini dış ülkelerde temsil etmiş bir aydının, Batı’ya bakışındaki açı önemlidir. O, kendi toplumunu şöyle değerlendirir ve yargılar:
“Bu yüzyılın (20. y.y.) ortalarından itibaren Batı kültürünün tüm öteki kültürlerin batılılaşmasına yol açacak, “benimsenmesi gereken bir örnek) (Theodore von laue) ve dünya kültürü olması sadece bir zaman meselesi olarak görülmüştür. Seul’den Soho’ya kadar dünyanın her yerinde insanlar Jean giyecek, hamburger yiyecek, Coca Cola içecek, Malbora tüttürecek, İngilizce konuşacak, CNN izleyecek, demokratik bir devlette Bauhaus üslubunda yapılmış bir evde oturacak ve belki de belli bir Hıristiyan Kilisesinin sûretâ (pro forma) üyesi olacak.”
Yazar, insanlığın geleceği için seçilen bu çözülmenin bir merhale daha ileri gideceğine de işaret ederek “Tanrısız Asrın” (4) havarilerinin de Marx, Davrwin, Nietzche ve Freud olan yeni bir dünya anlayışı geliştiğinin üzerinde durur:
“Yirminci yüzyılda kitleler bile bu fikirleri taşımaktadır. Benimsedikleri subjektivizm ve rölativizmin bir sonucu olarak, onlar, putları güç, para güzellik,ün ve seks olan kaba, bayağı, bir de facto ateizm yaşamaktadırlar.” (5)
19. Asırdan itibaren Batı’da başlayan inanç kaybı, fertten toplumsal algılamaya yönelmiş ve bugünkü, yukarıda şekillendirilen “Batı Tipi Toplum” ortaya çıkmıştır. Bu endüstri toplumu refah uğruna bütün değerlerini terke yönelince sosyal faciaların kaçınılmaz olacağı âşikardır. Bunun örnekleri de görülmeye başlandı bile: Evlilik dışı ilişkilerin artması, aile içinde kutsalın kaybolup liberal anlayışın anne-baba-çocuk ilişkilerini ortadan kaldırması, kaba zevkler uğruna ahlâki değerlerin terk edilmesi, kiliselerin boşalması vb gibi. Kur’an bunun geçmiş milletlerdeki örneklerini bir bir sayar: Nuh Kavmi, Lut Kavmi’nin Sodom ve Gomora’da başına gelenler. (6) Bunun böyle devam etmesi, Batı’yı kendi kaynağında kurutacağı ve buna karşı kurtuluş reçetesinin de yeniden Hıristiyanlıktan sağlanamayacağı düşüncesi, Yazar’ı İslâm’a yöneltmektedir:
“Bugün, İslâm’ın yenilenmiş tezahürünün, kutsalın kamusal alana yeniden girişi olarak görülmesi gerektiği kabul edilmektedir. Mantıkî açıdan bunun tercümesi Batı sekülerizminin toptan reddidir. İslâm dünyası Batı’nın aşkın olanı yitirmesi ya da onunla bağını koparmasını insanî yetilerin felç edilmesi olarak görmektedir; ve modernizmin amacının Avrupa merkezciliğinin başka bir şey olmadığını dile getiren projeler üreterek ona tepki göstermektedir. (Komünizmin çöküşünden sonra, fikir ve düşünce tarihi açısından bakıldığında, dünya gene iki kutuplu bir dünyadır.) İslâm’ın dirilişi, Üçüncü Dünya’nın büyük bir sarsıntı geçirmiş Müslümanına takva kaynağına gitmek ve tüketim sektöründe Batı ile (asla kazanılamayacak) yarıştan kaçınmak suretiyle kendi değer duygusunu yeniden kazanması için bir şans takdim etmektedir.” (7)
Yazar’ın bu son cümlelerde dikkatimizi topladığı çok önemli hatırlatmalar vardır. Öncelikle “İslâm’ın yenilenmiş tezahürü” olarak gördüğü yeniden İslâm’a dönüş anlayışının kutsalın kamusal alana girişi şeklinde yorumlanmasını istemektedir. Bizde “Kamusal alan” tartışmasının “Başörtüsü” ile ortaya gelen bir kavram olduğunun düşünürsek, bu bir anlamda inancın otoriteyi zorladığı anlamını doğurmaktadır. Bununla da Yazar, Batı laik anlayışının reddi olduğu düşüncesini taşımaktadır. Batı’nın inancı kaybetmesinin ondaki insani kabiliyet ve kavrama gücünü felç ettiğine de işaret edilmekte ve bunun gerekçesinin modernizmin Avrupa merkezli oluşuna dikkat çekilmektedir. Burada bir dikkat noktası daha vardır, Komünizm’in çöküşünden dünyanın yine iki kutuplu olarak şekillendiğini, bu defa kutbun bir ucunda Batı, diğer ucunda İslâm’ın yer aldığını ima etmektedir. Ki, bu tamamen doğrudur. Yazar’ın bir doğru sözü daha var: “İslâm’ın dirilişi, Üçüncü Dünya’nın büyük bir sarsıntı geçirmiş Müslümanına takva kaynağına gitmek ve tüketim sektöründe Batı ile (asla kazanılamayacak) yarıştan kaçınmak suretiyle kendi değer duygusunu yeniden kazanması için bir şans takdim etmektedir.”
Burada doğru olan kendi takva kaynağına yönelen üçüncü dünya dediği Müslüman dünya’nın, Batıyla bir hesaplaşmaya girmeyi göze almasının yanlış sonuçlar doğuracağı kaygısı önemlidir. Buna İslâm idealizmi açısından bakarsak, böyle bir şeyi düşünmek bile anlamsızdır. İnanan insanın görevi tebliğini yaygınlaştırmaktır. Belki bu yaklaşım doğrudur ama bunun çatışma getirecek bir felaket haline gelmesi bu defa Hofmann’ı haklı çıkarır ki, günümüzün güç dengeleri, hele hele enformasyon ve propaganda silahlarının bütün imkânlarını kullanan Batı için bu önemli bir imtiyaz alanı olarak görülmektedir. Bütün bunlara rağmen, Müslümanların önemli bir şansları da gözardı edilmemektedir: “Avrupa’da yaşanan Hıristiyanlıktan uzaklaştırma (olgusu) öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, Müslümanlarla birlikte Hıristiyanlar da artık Materyalizm, Agnostizm ve Ateizm okyanusunda yüzen aynı gemiyi paylaşmak” (8) zorundadırlar.
Batı kendi içinde kaybettiğini artık kendi içinde bulamayacaktır. Bu doğru, komşusunun kapısını çalarken geçmişteki hatalarından sıyrılabilecek midirn? Bizce meselenin cevap bekleyen önemli bir tarafı da burasıdır. Çünkü “Genel olarak ele alındığında, İslâm karşıtı duygular Batı zihniyetine derin bir şekilde kök salmıştır ki, bugün bile, Batılıların İslâm dünyasındaki siyasal olaylara yönelik tepkilerini yüzyıllar önce oluşturulmuş, İslâmfobi (İslâm korkusu) faktörü göz önünde bulundurulmaksızın tatmin edece bir şekilde izah etmek ya da kestirmek mümkün değildir.” (9) Yazar’ın böyle bir kaygıdaki haklılığı, gelinen noktadan geriye dönüşü imkânının da olmadığı şeklinde yorumlanmalıdır. Aşağıdaki satırlarda çizdiği tablo, Batı’yı yeniden hidâyete zorlayabilir mi? Biz ihtimal vermiyoruz.Olsa olsa, inanan bir avuç insan zamanla Müslümanlarla diyalog kurarak, kendi varlıklarını ancak bu şemsiye altında sürdürebileceklerdir. Bunun içindir ki, rasyonalllik adına intikamla üzerine yürüdükleri kendi inançlarının çökmesinin bile kendilerine ne gibi felaketler hazırladığını Yazar, şu satırlarla dile getirmektedir:
“Gelin, görünüşte değer agnostiği olan bir toplumun şu kurbanlarına bir bakalım. Onlar her şeye sahip özerklik, beşikten mezara kadar korunma, tabusuz seks, istendiğinde uyuşturucu, alabildiğine boş vakitler, tükenmeyecek gibi harcama ve akla gelebilecek bütün insan hakları. Ama varoluşsal bir boşluk duygusu içindedirler; özledikleri şey toplumda sıcaklık ve otoritesini hissettiren bir gurur ( manevî lider). Tabiî tüm bunların arkasında yatan şey gittikçe aciliyet kazanan anlam anlayışıdır”
Yazar, yukarıdaki hassasiyet alanından önce bunları söyler ve hemen arkasından da şu ilaveyi yapmadan edemez:
“Er ya da geç, bir alternatif, bir hak (valid) din arayışı olduğuna göre, nüfuz ve hüküm gücüne sahip, ama şimdilerde Batı ve Doğu materyalizminin ütopyaları arasında üçüncü bir yol olarak anlaşılan İslâm olgusuyla karşılaşacaklardır” (10)
Hofmann, kitabının ilerleyen sayfalarında bu alternatif anlayışını daha başka ruhsal çöküşlerin sonucu olarak görür ve net bir şekilde bir Batılı yazarın getirdiği teklife en sağlıklısını ilave eder:
“Modern insanın, “yapısal aklanma (tebrie)” yoluyla, başka şeylerle birlikte, günahı ilga (yok) etmesi. Bu tür temize çıkmanın yararlı yöntemlerinden biri, kişisel kanaatleri, sanki iyi niyetler herhangi bir eylemin yöntem ve sonuçlarına kutsallık kazandırabilirmiş gibi, ahlâkî kıstas olarak kabul etmektedir (Gesinnungsethik). Ama buna rağmen, modern insan “kurtuluşuna” ermek konusunda hâlâ acizdir. Gerçekten, öyle bir durum söz konusudur ki, insan önceki suçluluk (günahkarlık) probleminin yerine, olsa olsa varoluşunun saçmalığının acısını çekme şeklindeki yeni problemini koymuştur. Bu da, sırasında, anti-entelektüel tutumuyla mevcut dinî taşkınlıklara, yani Fundamentalizm ve/veya mistisizme götürmüştür. Karl Rahner’e göre, bunlardan “geleceğinin Hıristiyanı’nın olsa olsa bir mistik olacağı” neticesini çıkarabiliriz. Kanaatimce durum biraz farklıdır: Yeni Platoncu ontolojik birlik nazariyesi ve Yeni Platoncu sudur nazariyesiyle donanmış bir mistik, herhangi bir anlamda Teslis’e ve Hıristiyan’ı yaratma anlayışına inanan biri olarak kalabilir mi?
Her halükârda Rahner’in alternatiflerinin yanında üçüncü bir mantıkî tercih vardır: Müslüman olmak; böylece rasyonelliğin duygusal olmayan gerçeklikle evliliği de gerçekleşmiş olur.” (11)
Burada, Hofmann’ın sözlerine yine kendisinden birkaç cümle daha ilave etmekte fayda görüyorum. Hıristiyanların gelecekte Hıristiyanlığa inanan bir mümin yerine sadece geçmişte yaşanılmış ve hükmü bitmiş bir semavi dine inanan mistikler olarak kalacakları yolundaki yargısına götüren sebepler, yukarıya aldığımız ifadelerle sınırlı değildir. Hofmann, İncil ve Hıristiyanlık hakkında daha net görüşler ifade etmektedir:
“İnsan Tanrı’yı inkar etme özgürlüğünü dünyasını put ve tağutlarla doldurmak zorunda kalmakla ödediği için, iman tarihi…imandan mahrumiyet tarihi olmaksızın eksik demektir. En yüksek değer olarak Tanrı giderek öz ya da benliğin kaybına yol açan putlarla yer değiştirmektedir. İmanın tersi, sahte ve batıl bir din tarihi, faciaya sebep olan yıkıcı güçlerin tarihidir. “ (12)
Bu yıkıcı güçler, bugün Batı’yı adeta kuşatmış durumdadır. Öyle ki, “Ferdiyetçilik, narsizme (kendine hayranlık); kardeşlik rock konserlerindeki grupların akıl dışı kolektif davranışlarına, kendi kendini belirleme (“bedenim bana aittir”) ahlâkî başıbozukluğa, serbestlik sefahate, hoşgörü değer yitimine, yarışma tüketim çılgınlığına, eşitlik (eşit şanslar, eşit sonuçlar) yerine) aynı düzeye getirmeye, duyarlılık (hayvan gibi) koklaşmaya, bir redde gösterilecek ihtimam risk almaya, saygı korkuya, erotizm cinsel atletizme, gayret çalışma hırsına ve esneklik geleneği hor görmeye dönüşmektedir.” (13)
Mistik insanın Hıristiyan olarak kalamayacağını söylerken, bunun için gererkçeleri nettir:
“Her ne kadar, “Hıristiyanlığın suça bulaşmış tarihine” işaret eden Karlheinz Deschner’in söylediklerini kabul etmek zorunlu olmasa da onun “Yanlışlanmış din” tezi İslâmî nazariye ile çok lakın benzerlik içindedir.” (14)
“İsa’nın ontolojik statüsü ve onun kurtarıcı olarak rolü sözkonusu olduğunda da durum aynıdır. Bugün sadece Proteston teologlar değil, bazı Katolik teologlar da İncillerdeki sayısız çelişki ve anakronizm ile Hıristiyan uygulamalarına sonradan katılan putperest kavramlar şöyle dursun, İsa’nın tarihîliğinin tespitinde kullanılabilecek kaynakların güvenilmez bir yapıda olduğu konusunda kendilerini aldatmıyorlar.” (15)
Aslında bu ayıklanmaya Hıristiyanlar çok daha önce başlasalardı, sanırım bugüne daha sağlıklı bir din şeması ile çıkmaları mümkündü. Ama gerçekler İlahî iradenin tecellisine bağlı olduğuna göre, onlar kendi inançlarındaki bu “Kirlenmiş Tarihi” kazıdıkça arkasından çok daha katı kir katmanlarıyla yüz yüze geleceklerdir. Zaten, İslâm’ın gelişinin ana sebebi de bu katmanların düzeltilemeyecek şekle dönüşmesinden dolayıdır. Hıristiyan dünyası yeni bir arınma çağına doğru giderken iki taraftan ciddi bir kuşatma altındadır. Bunlardan birincisi yukarıda Hofmann’dan bolca nakiller yaparak örneklendirdiğimiz Batı toplumundaki dinden kaçış sürecidir. Batı, bu noktada ciddi bir manevi erozyon altındadır. Rüzgâr önüne kattığı bütün değerleri silip süpürmektedir. Bunu aşarak yeniden dine dönüşü ne ölçüde başarabilirler bilemiyoruz. Diğeri ise, bu birinciye zemin hazırlayan dinin kendi içindeki çelişkileri. Bu çelişkiler o kadar fazladır ki, dini yetersiz hale getirmenin ötesinde karşısına bir yığın düşman oluşturmuş ve hatta geçmişin hesabını da ödetmek üzere harekete geçirmiştir. Bu çelişki bugün Hıristiyanlığın İslâm ile karşılaştırmasında daha net bir şekilde görülmektedir. Hofmann, bunun da üzerinde durur:
“Amacımız açısından, günümüzde insan ve ahlâkla ilişkin İslâmî imaj ve anlayış ile Batılı Hıristiyanlığa dayalı anlayış arasındaki göze çarpan anlamlı farklılıkları gözden geçirmek daha önemlidir. Ortaklaşa sahip olduğumuz temel ahlâk duygularına rağmen-kardeşlik, dürüstlük, acıma, cömertlik, kibarlık vs gibi erdemler- bu iki dünya arasında belli başlı altı farklılık tespit etmek mümkündür.
Bir Müslüman ruhbanlığın ve dinî hiyerarşinin bulunmadığı bir dünyada yaşar; O ibadet ve dua ederken İsa, Meryem ya da araya giren başka herhangi bir azizin tavassutuyla değil, tamamıyla özgür bir mümin olarak, doğrudan doğruya Allah’a yönelerek yapar bunu ve bu durum esrarengizliklerden arınmış bir dinde olur. Aklı başında modern bir vatandaşa “aracılığı” devreye sokan ve rahipler tarafından yönetilen kutsama törenlerine odaklanmış, Bizans ve Katolik kiliselerinin esrarengiz ve acayip havasından böyle bir atmosfere çok daha uygun düşer.
İslâm, domuz eti, alkol ve başka uyuşturucuları mutlak bir şekilde yasaklamakla toplumun bütün fertlerinin sağlığını korumaya gayret eder ve aynı zamanda bağımlılık yapan maddeleri kullananların, onları toplumsal hasta olarak meşru görmek yerine, aslî sorumlulukları bulunduğu konusunda ısrar eder. Bir Müslüman’ın gününü inşa eden düzenli ibadetlerin huzur ve sükunet verici etkisi de Hıristiyanların Pazar ayini ya da sabah duaları için söz konusu olmayan bir şekilde, birey ve bütün toplumun beden ve zihin sağlığına katkıda bulunur.
Aziz Paul’un Hıristiyan dünyasında çok büyük sıkıntı, cinsel baskı ve bunalımlara neden olmuş, evlilik hayatını karalayan, meşru bütün cinsel konuları mahkum eden ve insanları manastır hayatına çağıran yaklaşımının tam tersine, İslâm, temiz ve meşru cinsel iş ve ilişkileri hiçbir kısıtlamaya tabi tutmaksızın tasvip eder.Öte yandan, Paul’un yaptığı tahribata aşırı tepkiyi de tasvip etmez.-modern “seks dalgası” hiçbir yasaklamanın olmaması ile karakterize edilmektedir. Bu sükunet ve ağırbaşlılık şu olguya tekabül eder: Batı’nın aksine İslâm, bir felaketi göze almaksızın, tabiatın temeli taleplerine uzun süre karşı koymanın mümkün olmayacağı anlayışıyla; kadın ve erkeğin doğal cinsî rollerini sabit tutmayı ve savunmayı sürdürür.
Hıristiyanlığın meşum aslî günah öğretisinin olumsuz psikolojik sonuçlarının, kitleleri günaha batmışlık duygularını kötüye kullanılması mümkün olacak bir noktayla kadar yoğunlaştırılmasına yol açar. Bunun tam tersine İslâm bu konuda orta yolu izleyen bir dindir. Üstelik İslâm, Müslümanlara (aslî günahtan) kurtulma gereksinimleri olduğu akidesini öğretmez. Sosyal psikoloji, kurtarma ve kefaret sendromunun potansiyel kötü sonuçları olduğunu bildirmektedir bize.
Müslümanların işe ve çalışmaya yönelik tutumları toplum yararına yönlendirilmiş olup, öncelikli olarak kâr ve menfaate dayanmaz; o bakımdan bunun, sanayi toplumunun kötüye gidişini düzeltme olarak görülmesi mümkündür. Bu, Kur’an’ın kâr – zarar ortaklığı ya da paylaşım konusundaki ısrarı söz konusu olduğunda özellikle doğrudur.
Son olarak, Müslümanların, hatta çoğulcu seküler bir devlet karşısındaki genel tutumları bile, sonuncunun evrensel mutluluğa giden tek yol olduğu şeklinde materyalist bir bakış açısı ve iddiaya sahip olmasına rağmen, Kâfirun suresinin son âyetlerine uygun olarak, Örnek bir hoşgörü tutumu olmak durumundadır. Doğrusu, bu âyetin ister Müslüman, ister Hıristiyan, ister ateist, ister agnostik olsun, bu yazar da içinde olmak üzere, hangi inanç sistemi olduğu konusunda herhangi bir karşılaştırmaya girmeden, herkesin masasının üzerinde asılı durması gerekir. (16)
“Ben sizin taptığınıza tapmam, siz de benim taptığıma tapmazsınız. Sizin dininiz size, benim dinim bana.” (17)
Hofmann’ın bu iki dini ve bu iki toplumu karşılaştırması elbetteki bunlarla sınırlı değildir. Kitabında sık sık bu meseleye döner ve önemli ipuçları verir. Bunların tamamına elbetteki burada yer vermek mümkün değildir. Ama, en çok tartışılan hususlarda yine belirleyici nakiller yapmanın faydalı olacağına inanıyorum. Yazar, üç semavi dini yorumlarken önemli bir noktayı işaret eder. Bu, Vahyin yenilenmesini anlayamayan Hıristiyanlara da ciddi b.ir uyarı niteliğini taşımaktadır:
“İslâm’ın kendini nasıl gördüğü konusuna aşina olmayan okurlara biraz şaşırtıcı gelebilir. İslâm, Hıristiyanlıktan daha yeni, daha genç bir din olarak değil, fakat İbrahim aleyhisselam’ın sahih Tevhid dininin ikmal ve tasdiki olarak anlaşılmak durumundadır. Bu bakımdan, İslâm üç dünya dininin hem en genci, hem de en kadimi olarak anlaşılabilir. Gerçi İslâm, temel hoşgörü ve müsamahadan oldukça ayrı olarak Katolik Kilisesi’nin İkinci Vatikan Konsülü’nden bile hâlâ uygulamada tuttuğu şekilde dışlayıcılık ( exclusiveness) iddiasında bulunmaz. Tam tersine, daha önceki Peygamberleri bir ilke ve itikat meselesi kabul etmek suretiyle, İslâm, daha önceki bütün vahiylerin geçerli ve sahih özü üzerinde yükselir.” (18) Paul Schwarzenau’nun ifadesiyle, “Kur’an, cihanşümul, dünyanın bütün insanlarına seslenen bir vahiydir” (19)
Bu kadarla da yetinmez. Aynı konuda daha net görüşler ortaya koyar ve gerçek Hıristiyan teolojisinin İslâm’da yaşadığına işaret eder. Bu konunun yanlış anlaşılmaması için bir açıklama getirmekte fayda vardır: İslâm, Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın, onlardan önceki bütün ilahî dinlerin tamamının bozulmamış halini temsil eder. Bu bakımdan, bizler hepimiz aynı zamanda Yahudiliğin Hz. İsa’ya indiği şekliyle iyi bir Musevî, Hıristiyanlığın Hz. İsa’ya indiği şekliyle iyi bir Hıristiyan ve aynı zamanda onları yenilediği için iyi bir Müslüman olmalıyız. Dinin ortak şuuru bunu ifade eder. Şimdi burada, bu çalışmanın yapıldığı, hatta Hofmann’ın görüşlerinin ele alındığı sırada, Danimarka’da sahneye konan karikatür hezeyanı, Batı’da yürütülen gizli telkinlerin istendiği zaman rahatlıkla “Medeniyetler Çatışması”na dönüştürüleceğinin ihbarını yapmış oldu. Bu olayda şunu gördük ki, Batı kendi içinde kaybettiği değerlere duyarsızlığını, hiçbir insanî ve ahlâkî kayda bağlı kalaksızın gerektiğinde başkalarına saldırı şeklinde de ortaya koyabilecektir. Onlardaki duyarsızlık, İslâm dünyasındaki hassasiyeti istismar ederek böyle bir çatışmaya her zaman fitil görevi yapabilir. Hofmann, günümüzden geçmişe doğru kısa bir değerlendirmeyle, meseleyi ele alırken, “İftira Gelenek Olunca” alt başlığıyla konuyu ele alırken, zihnî seviyesi düşük insanların atacakları çamurların bu alanda ilk olmayacağını, geçmişte de böylesi aşağılık tavırların görüldüğünü, bunun nedenlerinin ise, İslâm’ın kuşatıcı gücünün altında ezilenlerin aşağılık kompleksine yenik düşmelerini görür:
“Michael Hart, 1978’de yayımlanan The 100: “Tarihte En Çok Etkili Olmuş 100 Kişi” adlı kitabında, “hem dinî, hem de seküler alanda fevkalade başarılı olmuş tarihte tek adam olması”sından dolayı Hz. Muhammed’i bir numaraya yerleştirmiştir.(20) Ve yine W.Motgomery Watt’ın “Muhammed Mekke’de” adlı kitabında ifade ettiği gibi, “büyük şahsiyetlerden hiçbiri Batı’da Hz. Muhammed’in değerlendirildiği gibi pespâye bir şekilde değerlendirilmemiştir.” (21) Gerçekten, Dımeşkli John’dan (ö.754’ten önce Kudüs yakınlarında) başlayarak –Hz. Muhammed’e cehennemin 9 kat derinliklerinde anlatılmaz işkenceler reva gören- Dante Alighieleri’den geçip Voltaire ve Salman Rüşdi’nin Şeytan Âyetleri’ne gelinceye kadar Hz. Muhammed’i karalamak sınır tanımaz bir gelenek halini almıştır.Annamaria Schimmel’in ifadesiyle, “ Hz. Muhammed, Hıristiyan âleminde başka herhangi bir tarihî kişiden daha çok korku, nefret ve hatta hakaret duylguları uyandırmıştır.” Schimmel’e göre , bunun nedeni, “Hıristiyanların, Hıristiyanlıktan başka bir dinin gelişini anlamaktaki yetersizlikledir; gerçekten de kavramak çok zordur; zira bu din, daha önce Hıristiyanların meskun (yerleşik) bulunduğu Akdeniz havzasının büyük bir bölümünü kaplamış, bu dünyada faal ve siyasî olarak başarılı olmuş bir dindir” (22)
Biz çok iyi biliyoruz ki, Hz. Muhammed, ta baştan beri yaftalanmış, iftiralara uğratılmış, yerilmiş, namusuna leke sürülmüş, düzenbaz, iki yüzlü, doymak bilmez seks manyağı, saralı, kısaca söylentilerden yola çıkarak uyduruk bir din ortaya atmış bir sahte peygamber” (23) olarak tanıtılmaya çaba gösterilmiştir. Hatta bununla da yetinilmemiş, çarpıtmalar köyle korkunç boyutlara vardırılmıştır ki, bundan söz edenler bile bunları “affedilmez ve saçmalık” olarak nitelemekten kendilerini alamamışlardır:
“Propaganda uğruna, İslâm iman esaslarının en önemlisinin bile, -Allah’ın birliği ve Hz. Muhammed’in beşerîliği- tersyüz edilmesi affedilir bir şey değildir. Gerçekten Kelimei Şehâdet, yani Lâ ilâhe İllâ Allah, Muhammeden rasûl Allah, non est Deus nisi Muhammetus şeklinde tercüme edilmiştir: yani, ‘Muhammed’den başka Tanrı yoktur!’” (24) Yazar, bu hayasızca yakıştırmadan sonra sormadan edemez: “Bu duruma göre, kim sahtekar?..”
Hofmann’ın bu ifadesinden ayrı olarak; “ Ortaçağ Batı dünyasında yaygın olan bir hikaye daha da ileri giderek, (Hz) Muhammed’i, papalık seçiminde bir tarafa itilmesine çok içerleyerek Arabistan’a giden ve orada rakip bir dini başlatan dönme bir kardinal olarak” (25)
Bu konuda Batılı bir kısım din adamı, misyoner ve yazarın bu tür şizofreniye varan iftiralarını çoğaltmak mümkündür. Zaten, çatışmaya zemini oluşturan, bunu mayalayıp ekşimeye bırakanlar da onlardır. İslâm hiçbir peygambere böylesine alçakça saldırıda bulunmamıştır. Hz. Adem’den başlayarak Kur’an’ı Kerim’de ismi geçen bütün peygamberler Müslümanlara örnek kişiler, saygı duyulacak rehberler olarak anlatılmışlardır: “Deki, ‘biz Allah’a, bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve onun soyundan gelenlere indirilene ve Rableri tarafından Musa, İsa ve (diğer) peygamberlere Rableri tarafından verilenlere inanırız. Onlar arasında hiçbir ayırım yapmayız ve biz O’na teslim olmuş kimseleriz.”(26)
Batılı, bir taraftan, Haçlı Seferlerinden ötürü özür dileyecek, öbür taraftan, silahsız ama silahın tahribatından daha ağır hücumlarda bulunacak. Ya da bulunanlara buna “Düşünce özgürlüğü” kılıfı geçirilecek. Buna modern tabiriyle çifte standart falan denmemelidir. Bu düpedüz ahlâkî seviyesizliğinde ötesinde açıktan düşmanlıktır. Ağır tahrik ve çatışmaya davettir. Medyanın görsel imkânlarını kullanarak kendi hesaplarına propaganda ile kaybettiklerinin yerine ikame edecekleri bir medeniyet düşmanlığıdır…Burada teselli bulacağımız, daha doğrusu gelecekte bunların bedelinin kendilerine ödetileceğine inancımızdan dolayı bir rahatlık hakkımız vardır. Dinler tarihinde, dine ve peygamberlere hep böyle çirkin saldırılar olmuş ve bunların hepsinin cezasını da o peygamberleri o insanların atalarını kurtarmak üzere gönderen vermiştir. Batı manevî çöküşünü böyle bir felaketle tamamlamak için koşuyor. Hofmann’da bunun farkına varmış olacak ki, kendi toplumuna bir uyarıda bulunmak istiyor:
“Müslüman olmak; böylece rasyonelliğin duygusal olmayan gerçeklikle evliliği de gerçekleşmiş olur.”
Evet bu, herkes için açık bir davettir. Akılcılığın duygusal boyutunun üstüne çıkıp Müslüman olmak!…Gerçeklikle manevî evliliğimize, daha doğrusu bütünlüğümüze ulaşmamız için başka bir yol da yoktur…
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
________________________
1-Samuel Huntington “The Clash of Civizations” Foreign Affairs, (Yaz. 72/73 1993: 22-29)
2- Dr. Murad Wilfried Hofmann, İslâm Gerçek Alternatif, s.VIII. Çağrı Yayınları, İstanbul-2004
3-age.s.IX.
4- Alfred Müler-Armak tarafından 1948’de yazılmış kitabın adı
5- İslâm Gerçek Alternatif, s.5.
6-Nuh Suresi; Hud, Hicr, Şuara, Ankebut ve diğer bazı Sûreler
7- İslâm Gerçek Alternatif, s.10.
8-age.s.37.
9-age.s.179.
10-Religion in Contemporary Europe, ed. John Fulton-Peter Gree, Lewision NY, 1994 bk. s.8.
11- İslâm Gerçek Alternatif, s.61.
12- Alfred Müler-Armack, Religion und Wirtschaft (Din ve İktisat) 1959 bk.s.6.
13- İslâm Gerçek Alternatif, s.7.
14- Karlheinz Deschner, Der gefalsche Glaube, Cilt 1. 1986; cilt 2. 1988 bk. s.29.
15- age.s.30.
16-age.s.22.
17-Kâfirûn sûresi, âyet, 3.-6.
18- İslâm Gerçek Alternatif, s.25.
19-Paul Schwarzenau, Korankunde für Christen 2. Baskı, Hamburg 1990
20- A Ranking of the Most İnflucential Persons in History, New York, NY 1978, s.33 bk. s.175.
21-W. Motgomery Watt, Muhammad at Macca, Oxford 1953, s.52.bk.s.175.
22-Annemaria Schimmel, Und Muhammed ist Sein Probhet, 1981, s.7.bk. s.176.
23- İslâm Gerçek Alternatif, s.177.
24-age.s.179.
25- Bernard Lewis, Çatışan Kültürler, 2. Bas. s.18. Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul-1997
26-Âl-i İmrân Sûresi; âyet 84.