“Aşırı sevgi ve bağlılık duygusuna” aşk denildiği gibi, “bir şeye aşırı istek ve tutkuya” da hırs, deniliyor ve ihtirâsla aynı anlamı ifade ediyor. Bu kavramın konularına ve alanlarına göre olumlu veya olumsuz bir anlam içeriğine sahip olduğu; genellikle de olumsuz anlamda mal, mevki ve şöhret gibi imkânları elde etme çabalarını ifade etmek için kullanıldığı biliniyor. Bu tür bir davranış içinde olan kimselere de muhteris deniliyor.
Kur’an’da hırs sözcüğü bulunmuyor, fakat bazı olumlu davranışları anlatmak için bu kökten türetilmiş kelimelerin kullanıldığı görülüyor. Nitekim
“Size içinizden öyle bir Elçi gelmiştir ki, sizin (dünyada ve âhirette) sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O sizin üzerinize titreyip durmaktadır ve o, inananlara karşı sevgi, şefkat ve merhametle dopdoludur.” [1] ayetinde Hz. Peygamber’in ümmetine olan düşkünlüğü, “harîs” sözcüğü ile açıklanıyor ve olumlu bir anlam içeriyor.
“Sen ne kadar şiddetle arzu etsen de insanların çoğu inanacak değillerdir.”[2] ayeti de Hz. Peygamber’in insanların iman edip hidâyete ermelerine yönelik şiddetli bir arzuya sahip olduğunu fakat bu arzusunun asla gerçekleşmeyeceğini açıklıyor.
“Ne kadar isteseniz de kadınlar arasında tam adalet yapamazsınız.”[3] ayeti ise , birden fazla kadınla evli olan erkeklerin eşleri arasında adaletli davranma isteğine sahip olduğu, fakat bu isteğin de mümkün olmadığı/ olamayacağını ifade ediyor.
Yahudilerini karakterlerini açıklayan bir ayette ise “Onları, hayata karşı insanların en hırslısı olarak bulursun; hattâ müşriklerden bile daha hırslıdırlar. Onların her biri bin sene yaşamak ister. Oysa, yaşayacak olsa bile, bu uzun ömür onu azaptan uzaklaştıracak değildir. Çünkü Allah onların bütün yaptıklarını görmektedir” [4] denilmekte, Yahudilerin dünya hayatına olan aşırı düşkünlükleri hatırlatılarak bu düşkünlük/ ihtiras kınanmaktadır.
Hz. Peygamber’in müminlere olan aşırı düşkünlüğünü ifade eden ayet, özelde ona özgü bir kişiliği yansıtsa da genelde bize de bir mesaj niteliği taşıyor. Diğer iki ayette ise inanalar ne kadar arzu ederlerse etsinler, insanlardan çoğunun inanmayacakları ve çok evlilik yapan kişilerin ne kadar isteseler de eşleri arasında adaleti sağlayamayacakları açıklanıyor, dolayısıyla bu konularda hırslı olmaya gerek olmadığı mesajı veriliyor.
Bu meyanda Hz. Peygamber’in de makam hırsını yeren [5] ve insanoğlu yaşlansa da onda hırs ve hasedin hep genç kaldığını[6] ifade eden sözleri bulunuyor. Bununla birlikte onun insanların hayır yapma arzusunu ifade ederken hırs sözcüğünü kullandığı,[7] hatta iyilik peşinde koşan kişiye “Allah hırsını artırsın” [8] diye dua ettiği de biliniyor. Bu açıklamalar da gösteriyor ki hırs, kullanım alanlarına göre olumlu ya da olumsuz bir anlam içeriğine sahip bulunuyor.
Ne var ki fıtratı gereği insanoğlunun mal, makam ve şöhret konularında ihtiraslı bir davranış içinde oldukları görülüyor. Bu nedenledir ki çoğu insan, sahip olma tutkusuyla sürekli mal biriktiriyor; yiyemeyeceği kadar erzaka; giyemeyeceği kadar kıyafete; kullanamayacağı kadar eşyaya; oturamayacağı kadar eve sahip olmak istiyor. Zira bu tür insanların gözlerinin midelerinden daha aç, arzularının ihtiyaçlarından daha fazla olduğu anlaşılıyor. Bu nedenle bu kişiler, yedikçe şişen, şiştikçe yiyen bir varlığa dönüştüklerinin ve doyumsuz bir kişiliğe sahip olduklarının farkında olamıyorlar. Dolayısıyla da bu doyumsuzluk, onlar için adeta bir hayat felsefesi haline geliyor. Bu felsefe ise onların dünyaya bağlılıklarını daha da artırmaktan başka bir işe yaramıyor. Bu nedenle de onlar, biriktirdiği paranın, eşyanın, malın-mülkün yanında ömrünü tüketiyor, ölümü ve ahireti hatırlamak istemiyor, hatta unutuyor, böylece ömrü ile birlikte benliğini de yitiriyor.
Bu nedenle sahip olma ve biriktirme duygusu, şayet kontrol altına alınmaz, merhamet, paylaşma ve yardımlaşma duygularıyla dengelenmez ise zamanla ihtirasa dönüşüyor ve tutku haline geliyor. Sömürgeciliğin temelini oluşturan ve Kapitalizmi vahşi kılan da bu tutku oluyor. Zira bu tutku, insanı insanlığından uzaklaştırarak arzularına kul-köle yapan bir etkiye sahip bulunuyor. Bu tutku, insanı helal-haram demeden kazanmaya ve kul hakkı yemeğe; doğru-yanlış demeden her türlü iftira, desise ve hile ile makam elde etmeye ve şöhret peşinde koşmaya teşvik ediyor. Bu nedenle Kur’an, insandan nefsine, arzu ve isteklerine köle olmasını istemiyor ve araç değerlerin amaç değerler haline getirilmesini de onaylamıyor. Neticede insanoğlu bir gün ölmekte ve bir buçuk veya iki metrekarelik bir mezara konulmaktadır. Bu da onun bu dünyadaki tek yeri/mekanı olmaktadır.
Bu nedenle İslam, haramdan kazanmaya, gösterişe, israfa, savurganlığa, saçıp savurmaya, servet şımarıklığına, zenginlik kibrine ve kendisini müstağni görmeye karşıdır. Buna karşılık İslam, zenginliğe, daha açıkçası helalinden kazanan, gösterişe kaçmayan, yaşadığı toplumun muhtaçlarına yardım eden, doğduğu topraklara yaptığı yatırımlarla vefa borcunu ödemeye çalışan hamiyet sahibi zenginlere ve bu tür bir zenginliğe karşı değildir. Nitekim Kur’an’da Hz. Süleyman, serveti ile şımarmadığı ve daima Allah’a şükür ettiği için övülmekte; buna karşılık Kârûn, servet sahibi olduğu için değil, servetiyle şımardığı ve kendisini müstağni gördüğü için de kınanmaktadır. Kur’an, servet sahibi insanların Hz. Süleyman gibi olmalarını, fakat Kârûn gibi olmamalarını istemektedir. Olumsuz bir örnek olarak da Kârûn hakkında şunları söylemektedir:
“Kârûn Musa’nın kavminden birisiydi. Büyüklük taslayıp halka zulmediyordu. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, hazinenin sadece anahtarlarını bile güçlü-kuvvetli bir topluluk, zorlukla taşıyabiliyordu. Halkı ona demişti ki, ‘servetine güvenip sakın şımarma, çünkü Allah şımaranları sevmez’. Allah’ın sana verdiği bunca mal-mülk ile ahiret yurdunu kazanmanın yollarını ara, dünyadan nasibini de unutma. Allah sana nasıl bol bol ihsan ettiyse, sen de insanlara bol bol ihsanda bulun. Sakın yeryüzünde bozgunculuk peşinde koşma. Çünkü Allah bozguncuları sevmez.” [9]
Her toplumda Kârûn gibi sahip olma duygusunu, tutkuya çeviren ihtiraslı insanların bulunduğu gerçeğini de gözden ırak tutmamak ve unutmamak gerekiyor. Bu nedenle Peygamberimiz, “Adem oğlunun bir vadi malı olsa, onun bir misli kadar daha olmasını ister. Ademoğlunun gözünü ancak toprak doyurur. Allah tövbe edenlerin tövbesini kabul eder”[10] sözüyle bu konuya dikkat çekiyor. Nitekim onun zamanında yaşadığı söylenen Sâ’lebe kıssası da bunun bir örneğini oluşturuyor. Benzer şekilde diğer toplumlarda da muhteris kişilerin bulunduğu ve kimi yazarlara da ilham kaynağı olduğu biliniyor. Mesela ünlü Rus yazar Tolstoy, bunlardan biridir ve “İnsan Ne İle Yaşar” isimli kitabında sahip olma tutkusu ve ihtirâsı sebebiyle ölen bir çiftçinin hazin hikayesine yer verir:
Sıradan kendi halinde bir çiftçi olan Pahom, daha zengin olma hayalini kurmaktadır. Uzak bir yerde, cömert bir reisin karşılıksız toprak verdiğini duyunca, gerekli hazırlıklarını yaptıktan sonra yola koyulur, reisin huzurun çıkıp talebini iletir. Reis gerçekten herkese istediği kadar toprak veren cömert biridir ve Pahom’a istediği toprağı vereceğini söyler. Reis, bir tepeye gelir ve Pahom’a eliyle bozkırı göstererek, “İşte! Gözünün alabildiği her yer bizim. İstediğin yeri seç” der ve sonrada tilki başlığını çıkarıp yere koyar, “Başlangıç burası olsun. Buradan başlayıp tekrar buraya geleceksin. Etrafını dolaşıp geldiğin tüm arazi senin olacak” der. Ancak bir şartı vardır, o da güneşin doğuşu ile yürümeye başlayacak, batmadan da yürüyüşe başladığı yere gelecektir.
Pahom, güneşin doğuşuyla beraber eline aldığı bir kürekle yürümeye başlar. Tarlalar, bağlar, bahçeler geçer. Daha çok yer elde etmenin gayreti içindedir. Çevireceği yerleri işaretlemek için küreği ile çukurlar kazar. Geri döneceği sırada sulak bir arazi görür ve orayı da alacağı araziye katmak ister ve biraz daha yürür. Sonra da acele ile geri döner hızla yürümeye başlar. Fakat yorulmuştur, takati tükenmek üzeredir. Bütün gücüyle yürümeye gayret etse de, arzu ettiği hızla yürümeyi bir türlü başaramaz Çok yorgun ve bitkindir. Ha düştü ha düşecek bir halde tepeye zorlukla ulaşır, fakat o anda güneş batmış ve ortalık da kararmıştır. İleriye bakar, Reisin başlığını ve önünde duran Reisi görür. O anda dizlerin artık tutmadığını hisseder ve oraya yığılıp kalır. Reis ona bakarak “Aferin! Bir sürü toprağın oldu!” der.
Pahom’un uşağı ise koşarak onun yanına gelir ve onu kaldırmak ister. Kaldırdığı anda da ağzından kan geldiğini görür ve öldüğünü anlar, eline küreği alır, Pahom’un sığabileceği büyüklükte bir çukur kazar ve onu oraya gömer. Bu çukur, Pahom’un mezarıdır ve bu dünyada sahip olduğu yegane toprak parçası da bu çukur olacaktır.
Kur’an’da bu duyguya şöyle temas edilmektedir:
“Kadınlar, evlâtlar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşler, damgalı soylu salma atlar, koyun, keçi, sığır ve develer, ekinler, bağlar bahçeler insanlara çok sevimli, şirin ve güzel görünür. Hâlbuki bütün bunlar dünya hayatının geçici nimetleridir. Oysa sonunda, kalıcı nimetlerle dolu, varılacak asıl güzel yer Allah’ın katındadır. ”[11]
Peygamberimiz de bize şöyle bir uyarıda bulunur: “Senin bir şeye olan aşırı sevgin gözünü kör eder, kulağını da sağırlaştırır.”[12]
Prof. Dr. Celal Kırca
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
[1] Tevbe, 9/128.
[2] Yûsuf, 12/103.
[3] Nisâ, 4/129.
[4] Bakara, 2/94-96.
[5] Buharî, ahkam 7.
[6] Ahmed b. Hanbel, Müsned 3/115.
[7] Buhârî, Vekâlet, 10.
[8] Ahmed b. Hanbel, Müsned 5/39.
[9] Kasas 28/76-77.
[10] Buharî, Rikâk,10.
[11] Al-i İmran, 3/14.
[12] Ebû Dâvûd, Edeb, 116.
Hocam harika bir yazı olmuş. Yüreğinize sağlık
Hocam nefis bir anlatım olmuş. İçerikteki hikaye de konuya harika bir örnek olmuş. Yüreğinize sağlık. Allah Teâlâ bizleri ve sizleri hırsı sebebiyle gözü ve yüreği kör olmuş olanlardan eylemesin. Âmîn
Hocam kaleminize kuvvet. Kifayetsiz muhterislere de değinseydiniz keşke…Günümüzün kanayan yarası.