Kur’ân’ın ilk önemli kavramlarından biri olan iman hayatın ve oluşun en önemli unsurlarından biridir. Bu kavramın âyetlerde çoğunluk olarak “fiil” hâlinde kullanılması gösteriyor ki; Kur’ân, teorik bir iman yerine, eyleme dönüşmüş bir imanı esas almaktadır. Bunun anlamı; imanın sadece dil ile değil, sahibini eyleme/amele sürükleyen ve karşılığını da yalnızca Allah’tan bekleyeceğimiz bir değer olmasında saklıdır. Kur’ân, ebedî kurtuluş için yeterlilik şartı olarak aradığı imanın Allah’a ve âhirete iman olduğunu açıkça söylemekte ve kurtuluşun üçüncü şartı olarak da salih amel sergilemeyi öngörmektedir. Yine Kur’ân, imanı bir samimiyet ve sevgi olayı olarak almakta ve bu gerçekliği şöyle ifâde etmektedir: “Ama hâlâ Allah’a rakip gördükleri varlıklara inanmayı tercih eden ve onları [yalnızca] Allah’a özgü [olması gereken] bir sevgi ile seven insanlar var: hâlbuki imana ermiş olanlar, Allah’ı başka her şeyden daha çok severler.”[1] Böyle olunca da, imanı öncelikle bir kalp olayı halinde düşünmek, kaçınılmazdır. Nitekim bütün İslam bilginleri, imanı, kalp ile tasdik olarak tanımlamakta asla tereddüt etmemişlerdir.
Bunun yanında Kur’ân, hem korkuya hem de menfaate yönelik imanlardan bahseder ve bunların gerçek anlamda “serbest seçimin bir ürünü olarak” erdirici ve oldurucu iman olmadığını, insânın mânevî gelişimine bir katkı sağlayamayacağını bildirir: “Ve sonra, verdiğimiz cezayı [apaçık] görünce de: ‘Tek Allah’a artık inandık ve Allah’a ortak koştuğumuz şeylere inancımızı terk ettik!’ dediler. Fakat cezamızın farkına vardıktan sonra iman etmiş olmaları kendilerine bir fayda sağlamayacaktır. Allah’ın kulları için her zaman uyguladığı yol yöntem budur: İşte, hakikati inkâr etmiş olanlar, o zaman ve orada, ziyana uğramış olacaklardır.”[2]
Menfaate/pazarlığa dayalı imana gelince bunu da İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ ile Mısır’dan çıkmasına izin vermeyen küfrün önderlerinde görmekteyiz ve Kur’ân onların bu pazarlığa dayanan örnekliklerini bize şöyle anlatır: “Ve başlarına ne zaman bir bela/bir musibet gelse, ‘Ey Musa’ derlerdi, ‘Seninle yaptığı [peygamberlik] ahdine dayanarak bizim için Rabbine duâ et! Eğer bu musibeti bizden uzaklaştırırsan sana inanacağız ve İsrailoğulları’nın seninle gitmesine izin vereceğiz!”[3] Fakat böyle söylemelerine rağmen, Kur’ân onların iman noktasında nasıl ikiyüzlü/ikircikli/kaypak bir tavır sergileyeceklerini çok iyi bilmektedir ve âyetin devâmında bu gerçeği şöyle açıklamaktadır: “Ama ne zaman ki sözlerini gereğince yerine getirmeleri için kendilerine süre verip de bu musibeti üzerlerinden kaldırsak, (hemen) sözlerinden geri dönerlerdi.”[4]
Yine İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ ile iman konusunda yaptıkları bir başka pazarlık da “Allah’ı açıkca görme istekleridir” ve bu tavırları Bakara/55. âyette şöyle verilir: “Ey Musa, doğrusu Allah’ı kendi gözümüzle görmedikçe sana asla inanmayacağız!’ dediğinizde, (işte o an) siz daha (ne oluyor diye) çevrenize bakınıp dururken ceza yıldırımı sizi yakalamıştı.”[5] Hâlbuki İsrâiloğulları bu noktaya gelinceye kadar o kadar çok Allah’ın mucizelerine tanık olmuşlardı ki, buna rağmen bu deliller onları tatmin etmemiş yine iman etmek için Hz. Mûsâ’dan böyle bir istekte bulunmaktan geri kalmamışlardır.
Biz aynı şeyi Hz. Peygamber’in karşısında O’nu yolundan alıkoymak için mücadele eden Mekke müşriklerinin tavırlarında da görmekteyiz. Onlar da iman konusunda Hz. Peygamber ile pazarlık yapmış “meleklerin kendilerine görünmesinden”[6], “başlarına taş yağdırılmasına”[7] ve “göğün parça parça üzerlerine düşmesinden”[8]“mescidde özel/ayrıcalıklı yer istemeye” kadar birçok konuda Hz. Peygamber’den istekte bulunmuşlardır. Bir farklı istek de Arap bedevilerinden gelmiş, İslâm’a girmelerini bahane edip Müslümanlıklarını Hz. Peygamber’in başına kakarak O’nu maddi ihtiyaçları için minnet altına sokmaya çalışmışlardır. Kur’ân onların bu tavrını onaylamamış ve şöyle söylemiştir: “Birçok insan, [sana] teslim olmak suretiyle [ey Muhammed], sana bir lütufta bulunduklarını zannederler. De ki: Teslimiyetinizi bana bir lütuf olarak görmeyin: hayır, tersine size iman yolunu göstermek suretiyle Allah size lütufta bulunmuştur; eğer sözünüzde samimi iseniz!”[9]
Aslında imanda pazarlığı en güzel özetleyen örnek, Ebu Leheb’in bir gün Hz. Peygamber’e gelerek “Eğer dinini kabul edersem benim için ne var?” sözüdür. Hz. Peygamber bu soruya “diğer iman edenlere ne varsa senin için de o var” cevabını verdiğinde Ebû Leheb “benim için bir ayrıcalık yok mu?” diye tekrar sorduğunda Hz. Peygamber de bu sefer “başka ne istiyorsun?” demiştir. İşte bu sözler üzerine Ebû Leheb çok sinirlenmiş ve “beni başkalarıyla eşit tutan bu din kahrolsun” diyerek tepki göstermiştir.
Aslında imanda pazarlık ve menfaat beklentisi sadece geçmişin değil, bugünün Müslümanlarının da içine düştüğü üzücü davranışlardan biridir. İbadetlerini pazarlık ve menfaat aracı yapan, imanlarının karşılığını Allah’tan bekleyecek yerde dünyevi arzularına basamak yapmakta kullanan çoğu insân gerçek imanın tadına varamamıştır. İman etmek, hayatta her şeyin kusursuz/mutlu yürüyeceği, insânın en küçük bir sıkıntı ile karşılaşmayacağı anlamında değildir. Tam tersine Kur’ân iman edenlerin “ölüm tehlikesiyle ve açlıkla, dünya malının, canın ve alınteri ürünlerinin kaybı ile sınanacaklarını ve ancak bu zorluklara karşı sabredenlerin iyi haberler ile müjdeleneceğini”[10] söylemektedir. Ama ne var ki; iman etmeyi sıkıntısız bir hayat olarak düşleyenler, karşılaştıkları en küçük bir sıkıntıda imanlarından taviz vermekten kaçınmamışlar, buna karşılık olarak elde edecekleri geçici değerleri, çeşitli menfaatleri imanlarının önüne geçirmişlerdir.
Özetle imanda pazarlık yapmak bir samimiyetsizliktir ve yalnızca tevhid çağrısı yapan peygamberlerden geçmişte mucize isteyenler gibi günümüz âlimlerinden, salihlerinden, kâmillerinden de iman etmek için keramet/himmet bekleyenler, türbe ziyâretlerinde maksatlarını aşarak duâ ve niyazlarını pazarlığa dökenler, hiçbir karşılığı olmasa da Allah’ın ibadete/kulluğa en yakışır/layık varlık olduğunu idrâk edemeyenler, sürekli bahaneler üreterek Allah’a bir türlü güvenemeyenler, hayırlarını başa kakanlar, yaptıkları en küçük bir iyiliğin bile karşılığını bekleyip reklamını yapanlar, hayırda yarışacak yerde dünyevi hesaplar yapanlar, biraz zor gördüğünde şükürsüz/nankör karakterde bir yapı gösterenler, âyetlerden işlerine gelenlere uyanlar dinde iyi niyetli olmayan ve Allah’a gönülden teslim olmayanlardır.
Son söz: “De ki: Nihaî Karar Günü, [hayatları boyunca] hakikati inkar etmiş olanlara ne yeni fark ettikleri imanları bir fayda sağlayacak, ne de kendilerine bir mühlet verilecektir. Artık onları kendi hallerine bırak ve onların beklediği gibi sen de [hakikatin ortaya çıkmasını] bekle.”[11]
NECMETTİN ŞAHİNLER
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
[1] Bakara/165 “Ve minen nâsi men yettehızu min dûnillâhi endâden yuhıbbûnehum ke hubbillâh(hubbillâhi), vellezîne âmenû eşeddu hubben lillâh(lillâhi)…”
[2] Mümin/84-85 “Fe lemmâ reev be’senâ kâlû âmennâ billâhi vahdehu ve kefernâ bimâ kunnâ bihî muşrikîn(muşrikîne). Fe lem yeku yenfeuhum îmânuhum lemmâ reev be’senâ, sunnetâllahilletî kad halet fî ibâdih(ibâdihî), ve hasire hunâlikel kâfirûn(kâfirûne).”
[3] Araf/134 “Ve lemmâ vakaa aleyhimur riczu kâlû yâ mûsed’u lenâ rabbeke bi mâ ahide indek(indeke), le in keşefte anner ricze le nu’minenne leke ve le nursilenne meake benî isrâîl(isrâîle).”
[4] Araf/135 “Fe lemmâ keşefnâ anhumur ricze ilâ ecelin hum bâligûhu izâ hum yenkusûn(yenkusûne).”
[5] Bakara/55 “Ve iz kultum yâ mûsâ len nu’mine leke hattâ nerallâhe cehreten fe ehazetkumus sâikatu ve entum tenzurûn(tenzurûne).”
[6] En’âm/158
[7] Enfal/32
[8] İsrâ/92
[9] Hucurat/17
[10] Bakara/155 “Ve le nebluvennekum bi şey’in minel havfi vel cûi ve naksın minel emvâli vel enfusi ves semerât(semerâti), ve beşşiris sâbirîn(sâbirîne).”
[11] Secde/29-30