Genellikle insanlar, başkalarını eleştirdikleri kadar, kendilerini sorgulamazlar, öz eleştiride bulunmazlar, bulunmak da istemezler; ama başkalarında gördükleri kusurları, bazen subjektif bir bakışla, bazen de abartarak tenkit etmekten de geri durmazlar. Buna karşılık kendi hatalarını, kusurlarını, cehaletlerini görmemezlikten gelirler. Atalarımızın “Kendi gözündeki merteği görmez de elin gözündeki çöpü görür” sözü de bu düşünce ve davranış tarzını ifade eder.
Oysa öz eleştiri, insanın objektif bir bakışla kendini değerlendirmesi; hatalarına karşı ilkeli, açık ve dürüst bir tavır takınmasıdır. Bu da ancak kişinin kendisiyle yüzleşmesi; olumlu-olumsuz, doğru-yanlış, iyi-kötü davranışlarını ayrı ayrı sorgulaması, tespit ettiği hatalarını ve eksikliklerini gözden geçirmesi ile mümkündür. Bunun için de insanın, iyiyi, kötüyü; doğruyu ve yanlışı bilmesi gerekiyor. Zira bilmeyen kişi soramaz ve sorgulayamaz; sormayan ve sorgulayamayan da kusurlarını göremez ve bilemez. İnsan, ancak kendini sorguladığında pişmanlık duyacağı işleri ve davranışları fark eder ve anlar. İşte o zaman insan, “Ben nerede hata ettim!” veya “Kendim ettim, kendim buldum” deme cesaretini kendinde bulur. Kimi bilim insanları, yazarlar ve düşünürler de öz eleştirilerini, sözle ifade ettikleri gibi, yazarak da ifade ederler. Benim de öz eleştiri yaptığım yazılarım olmuştur ve bunlardan biri de şöyledir:
“İstanbul İmam Hatip Okulunda okurken, İlim Yayma Cemiyetin işlettiği yurtta kalıyordum. Yurt parasını toplama, gelen yardımları dağıtma görevini yapan Hacı Raşit adında bir memur vardı. Bu nedenle onu tanımayan ve onunla bir şekilde temas kurmayan yok gibiydi. Babacan tavırlarıyla herkesi memnun etmeye çalışırdı. Dolayısıyla herkes onu çok severdi. Gelen yardımları kendisinin belirlediği öğrencilere verir ve onları sevindirirdi. Bazı arkadaşlarımıza hiç yardım etmez, bazılarına az, bazılarına daha fazla yardım ederdi. Ben hiç yardım almayanlar arasındaydım. Bir defasında fazla yardım alan arkadaşıma, “Sen nasıl yardım alıyorsun?” dedim. O da bana “Bir tatlı ısmarlarsan söylerim” dedi. Ben de ısmarladım.
İşin sırrını şöyle açıkladı: Hacı Raşit namaza geldiğinde sağında ya da solunda bulunan arkadaşlarımızı yanına çağırır, onlara yardım edermiş. Bunu hemen hemen herkes bildiği hâlde ben bilmiyordum. Böylece ben de öğrenmiş oldum. Hacı Raşit’in cemaatle namaz kılmaya gelmesini bekler oldum. Benim gibi bekleyenler de olduğu için sıra bana ancak bir aya yakın bir çabamdan sonra gelebildi. Beni sağında görünce çağırdı. Odasına gittim. Neye ihtiyacım olduğunu sordu. Ben de ayakkabıya dedim. Ayakkabı numaram 39 veya 40 idi. Giydiğim hiçbir ayakkabı ayağıma uygun değildi. En küçüğü 41 numara idi ve o da ayağıma bol geliyordu. Üzüldüğümü görünce bana bir kart verdi ve tarif ettiği yere gitmemi söyledi. Tarif ettiği yer, Fatih parkına bakan bir apartmanın kısmen yer altında olan bir ayakkabı dükkânıydı. Önce vitrine baktım; altı kauçuk, kahverengi bir ayakkabıyı gözüme kestirdim. İçeri girdim ve kartı verdim. Dükkân sahibi kartı alınca beğendiğim bir ayakkabı olup olmadığını sordu. Ben de vitrindeki o kahverengi ayakkabıyı gösterdim. O da vitrinden o ayakkabıyı aldı ve bana verdi. Giydim, tam ayağıma göreydi. Bana “Beğendin mi?” dedi Ben de “Evet.” dedim. “Öyleyse güle gülle kullan.” diyerek beni yolcu etti.
Güzel bir ayakkabıya sahip olduğum için çok mutluydum. Ama bu mutluluğum uzun sürmedi. Bir gece yastığa başımı koyduğumda vicdanımla baş başa kalmıştım. Kendi kendime “Celal sen bir aya yakın kıldığın namazları Allah için mi yoksa ayakkabı için mi kıldın?” dedim. Bu soru beni çok rahatsız etti ve uykumu kaçırdı. Uzun bir süre uyuyamadım. Ne sağa ne de sola dönebiliyordum. Zira ranza gıcırdıyordu. Kimseyi de rahatsız etmek istemiyordum. O gece karar verdim. Ayakkabı için kıldığım o namazları kaza edecektim. Kararımı da uyguladım. Sanırım on beş-yirmi gün kadar o namazları tekrar kıldım. Ama sonunu da getiremedim. Belki de bu süre içinde kıldığım namazlar vicdanımı biraz olsun rahatlatmıştı.” [1]
Bir anı da Yakup Kadri Karaosmanoğu’na ait. O, 1932’de yazdığı Yaban, isimli romanında Birinci Dünya Savaşı’nda cephede kolunu kaybeden İstanbullu eğitimli, şehirli Ahmet Celal’in, İstanbul işgal edilince yerleştiği Porsuk Çayı kenarındaki Anadolu köyünde gördükleri çaresizlikler ve olumsuzluklar karşısında yaptığı öz eleştiriyi anlatır:
“Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun. Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi biti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi?”[2] Ahmet Cemal’in yaptığı bu tür bir öz eleştiriyi, acaba kaç aydın, düşünür, yazar ve bilim insanı yapmıştır ya da yapmaktadır? Daha da önemlisi İslâm alemi, içinde bulunduğu acizliği ve çaresizliği düşünüp de biz nerede hata ettik, ya da ediyoruz diye bir sorgulama ihtiyacı hissederek bir öz eleştiride bulundu mu acaba?
Ama inandığımız kitap, öz eleştiride bulunmamızı istiyor ve her konuda olduğu gibi bu konuda da bize rehberlik ediyor. Kendilerini sorgulayan, öz eleştiride bulunan ve pişmanlık duyan insanların sözlerinden örneklerle de şu bilgileri veriyor:
Hz. Âdem ve eşi, Allah’ın koyduğu yasağı çiğnediklerini anladıklarında, “Ey Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik, yaratılış gayemize aykırı hareket ettik; bizi bağışlamaz, bize bmerhamet etmezsen, büyük zarara uğrayanlardan olacağız” [3] derler. Bu söz, öz eleştiri olarak bizim için bir değer ifade ediyor.
Kalem suresinde anlatıldığı şekliyle “bahçe sahipleri”, kendi aralarında toplanarak fakirlere hiçbir şey vermeme konusunda anlaşırlar ve sabahleyin gizlice bahçelerinin yolunu tutarlar. Ne var ki o gece gelen bir afet, bahçelerinin kapkara olmasına sebep olmuştur. Onlar bunu henüz bilmemektedirler. Bahçelerine geldiklerinde gördükleri manzara karşısında donup kalırlar, ne yapacaklarını şaşırırlar, ama sonunda yaptıkları hatayı anlayıp çaresizlik içinde, “Yazıklar olsun bize! Azıngınlık edenlerden olduk. Umarız ki Rabbimiz bize bu bağın yerine daha iyisini verir. Çünkü biz bundan böyle artık Rabbimize yöneliyor, O’nun hoşnutluğunu arzuluyoruz”[4] derler.
Hz. Yusuf ise yaşadıkları karşısında “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” [5] derken; Azizin hanımı, “Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ondan ben murad almak istedim. Şüphesiz Yûsuf doğru söyleyenlerdendir” [6] demek zorunda kalır.
Karun’a özenip “Daha dün onun yerinde olmayı arzu edenler, ‘Vay! Demek ki Allah, kullarından dilediği kimselere rızkı bol verir ve (dilediğine) kısarmış. Allah, bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki kâfirler iflah olmayacak’ demeye başlar lar”. [7]
Hz. Musa, hataen bir Kıptiyi öldürdüğünde, “Rabbim! Doğrusu ben nefsime zulmettim, artık beni bağışla!” [8] diye Allah’a yalvarır.
Sebe’ melikesi Belkıs ise, geçmişini sorgular ve “…Rabbim! Gerçekten ben nefsime zulmetmişim! Artık Süleyman’la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum” [9] deme faziletini gösterir.
Sahabe arasında öz eleştiride bulunan kişiler de vardı. Bunlardan biri de Kâ’b b. Malik’ di. O, Hendek, Benî Kureyza savaşlarına katılmış, Mekke’nin fethinde bulunmuş ve Huneyn Gazvesi’ ne de katılmıştı. Fakat Tebük seferine hiçbir mazereti yok iken katılmamıştı. Ashâbın tümü, en zor şartlar altında katılmış olmasına rağmen, Kâ’b b. Mâlik, Mürâre b. Rebîa’ ve Hilâl b. Ümeyye Medine’de kaldılar. Seferden döndükten sonra hiçbir sahâbî bu üç zâta selâm vermedi. Nitekim Kâ’b b. Mâlik bu durumu, “Resûlullah savaştan döndükten sonra kendisine selâm verdim, hiç iltifat etmedi” diyerek ifade etmişti.
Bunun üzerine Kâ’b, Hz. Peygamber’e gidip kendisine: “Ya Resulullah, vallahi benim bu seferden geri kalışım hakkında hiçbir mazeretim yoktu. Vallahi, ben sizden geri kaldığım zaman kadar hiçbir vakit daha güçlü ve daha rahat olmadım” dedi. Bu sözler üzerine Resulullah, “Doğru söyledin, ey Kâ’b, Allah senin hakkında hükmedinceye kadar neticeyi bekle” buyurdu.
Kâ’b ve diğer üç arkadaşının bu halleri elli gün kadar sürdü. Elli gün içinde hiç kimse onlara selâm vermiyor ve selâmlarını da almıyordu. Müslümanlar, kendileriyle her türlü ilişkilerini kesmişler, âdeta toplumdan tecrit etmişlerdi. Bir sabah namazını müteâkip Resûl-i Ekrem, o gece nâzil olan şu âyet-i kerimeyi tebliğ etti:
“Savaştan geri bırakılan o üç kişi yok mu? Sonunda bunlar o derece bunaldılar ki, yeryüzü bunca genişliğine rağmen onların başlarına dar gelmişti, vicdanları da kendilerini tazyik ediyordu. Artık Allah’a sığınmaktan başka çâre olmadığını anladılar. İşte bu anda Cenâb-ı Hak tevbelerini kabul buyurdu; tâ ki, bunlar tevbekârlar arasına dönsünler. Allah tevbe edenlerin tevbesini kabul eder, ilâhî yardımını lütfeyler.” [10] Sonra Kâ’b ve arkadaşlarına, tövbelerinin Allah katında kabul olduğunu müjdeler. Bu müjde sebebiyle Kâ’b, şükür secdesi yapar.”[11]
Netice olarak bir insanın öz eleştiri yapabilmesi için, her şeyden önce ön yargılarından ve kalıp yargılarından arınarak davranışlarını sorgulaması gerekir. Böyle bir sorgulama da ancak bilgi, bilinç ve irade sahibi insanlar için söz konusudur.
Prof. Dr. Celal Kırca
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
[1] Celal Kırca, Bir Nesle Mensubiyetin Hikayesi, İstanbul 2018, s. 119-120.
[2] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, Yayına hazırlan Atilla Özkırımlı, İstanbul 1997. S.130.
[3] A’raf: 7/23.
[4] Kalem,68/ 31-32.
[5] Yusuf: 12/53.
[6] Yusuf: 12/51
[7] Kasas,28/82.
[8] Kasas: 28/15-16.
[9] Neml: 27/44
[10] Tevbe, 9/118.
[11] Ali Bardakoğlu ve diğerleri, Sahâbîler Ansiklopedisi, İstanbul 1989, Tercüman Gazetesi, s. 296.
Kıymetli Amcacığım, harika bir konu üzerinde analiz yapmışsınız. Türk toplumu olarak geldiğimiz noktada, hepimiz kendimizi mükemmel, başkalarını kusurlu gören olduk. Aslında imanlı ve ahlaklı bireyler olarak kendimizi iyi yetiştirip, bilgiyle donatıp, başkalarının kusurlarını örten, kendi kusurlarının da farkına varıp dile getirebilen, özür dileyebilen, sonsuz hoş görüyle yaşamaya çalışan bireyler olmalıyız… Özeleştiri ve empati yapabilen, bencillikten uzak; yüksek karakterli bireyler olarak örnek insan modelini de oluşturmuş oluruz.
Öz eleştirinin hikayelerle çok güzel anlaşılmasını sağladınız için bana çok şey kattı . teşekkür ediyorum. Diğer yazılarınızı da okumak istiyorum.
Hocam Allah’ım yar ve yardımcınız olsun.
Sağlık sıhhat ve afiyet versin.
Özeleştiri bir farkındalık ve bilinç haline gelebilirse hem eleştiriye tahammül hemde özeleştriye kapı aralandı olur,Diğerkâmlık( empati ) de böyle ortamda bir felsefe haline gelirse çok olumlu bir şahsiyet oluşturma yolu açılmış olur.Kâleminize dilinize sağlık selamlar saygılar.
Öz eleştiri bir farkındalık ve bilinç haline gelebilirse hem eleştiriye tahammül hemde özeleştriye kapı aralandı olur,Diğerkâmlık( empati ) de böyle ortamda bir felsefe haline gelirse çok olumlu bir şahsiyet oluşturma yolu açılmış olur.Kâleminize dilinize sağlık selamlar saygılar.
Öz eleştiri,nefis muhasebesi bir olgunluk yolculuğu olarak hepimize lazım.Güzel yazınız için teşekkür ederim…