Akşam gün batımından sonra, yine aynı saatte o Türk’ün olağanüstü güzellikteki sesini dinlemek için toplanmıştık. Bu sefer, gündüzki o çetin savaştan sonra güzel sesli Türk’e karşı herkeste daha istekli bir bekleyiş vardı. Bugün çatışmada iki taraf da birbirlerine ağır kayıplar verdirmişti. Bugünkü olanların üzerine, Türk’ün o içli ve yanık sesini dinlemek, doğrusu, bu akşam her birimize çok iyi gelecekti. Hem de bu akşam, muhteşem bir dolunay vardı.
Bense, onların hepsinden daha istekli idim. Çünkü bir öncekinde yaşadığım o anlatılmaz ve inanılmaz ânı, tekrar yaşamak istiyordum. Mümkünse tekrar tekrar yaşamak…
Ama nedense, bu akşam, havada bir gariplik vardı. İleride uzaklarda ara ara vahşî hayvanların haykırışları, acayip acayip gece kuşu sesleri, cırcır böceklerinin bitmeyen senfonileri, bu akşam ortalığı ayağa kaldırıyordu. Hayır! Böyle olmamalıydı! Geçmişteki akşamlarda, bütün bu sesler hiç olmazdı. Hepsi susar, onlar da bizimle birlikte Türk’ün söyleyeceği türküyü beklerlerdi. Evet… Bu akşam havada bir gariplik vardı!
Beklemeye başladık… Fakat dakikalar geçiyor, her zamanki vakti gelip geçtiği halde, güzel sesli Türk bir türlü türküsüne başlamıyordu. Zaman ilerledikçe sabırsızlıklar da artmaya başlamıştı. Biri huysuzca söylendi:
-“Haydi ama Turko! Bizi daha fazla bekletme be dostum! Ama bu büyük bir vurdumduymazlık! Birisi sana, bizi kendine bu kadar müptelâ ettikten sonra, böylesine bekletmenin büyük bir bencillik olduğunu anlatmalı.”
Sonunda Kocakafa Arthur daha fazla dayanamadı ve Çavuş Thomas’a:
-“Çavuş” dedi. “Hani Türkçe bilen birisi vardı ya! Ona bir mesaj yazdır da, karşıya at bakalım. Tanrı aşkına! Güzel sesli Türk, bu akşam daha neyi bekliyor? Bizim de, hep birden onun türküsünü beklediğimizi eklettirmeyi de unutma!”
Çavuş Thomas biraz sonra, elinde Türkçe mesaj yazılı bir kâğıtla geldi. Onu yıpranmayacak bir şekilde bir taşa sardı ve karşıya bağırdı:
-“Hey Johny Türk!”
Ve elindekini fırlattı. “Johny Türk” ifadesi, bizimkilerin karşıya böyle mesaj türünden taş atacakları zaman kullandıkları parola sözcüktü. Karşıdakiler de böyle durumlarda parola sözcük olarak bize, “Hey gâvurcuk!” diye bağırıyorlardı.
Taştan sonra…
Bekledik… Bekledik… Bekledik…
Sanki o arada geçen her dakika, bize birer asır gibiydi. Bu arada kurtlar, kuşlar haykırışlarını, börtü böcekler de gırtlaklarını yırtarcasına çığırtkanlıklarını daha da artırmışlardı. Onlarla birlikte, benim içimdeki sıkıntı da gittikçe büyümeye başlamıştı.
Neden sonra Türklerden cevap geldi.
Ki, içimizi cayır cayır yakan bir cevap oldu bu…
Çünkü taşa sarılı kâğıtta şöyle yazıyordu:
“O arkadaşımızın güzel sesini bir daha hiç duyamayacaksınız çünkü bugünkü çatışmada onu şehid ettiniz! Hem o, türkü söylemiyordu, o bir hâfızdı ve her akşam namazından sonra, bizim mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’i okuyordu.”
Ben diğerlerinin hâllerini bilmiyorum… Çünkü büyük bir kahırla gözlerimi kapamıştım ve içimden, “Demek” diyordum. “O Türk’ün gırtlağında, sesinde, ciğerinde, kalbinde vücut bulup, kendini okuyan ve bana da o atmosferleri yaşatan şey, kutsal kitaplarıymış!”
Sonra gözlerimi açtığımda, öylece, kahrolmuş bir şekilde, sanki lânet olasıca bir savaşın içinde değilmişiz gibi, birbirleriyle, bu olana inanmaz bakışlarla bakışan bizimkilerin, o büyük bir suçluluk duygusuyla dolu hâlleriyle karşılaştım.
Değil mi ya? Burası bir savaş alanıydı değil mi? Hem de, sıcak bir savaş alanı… Hem de, en sıcağından bir savaş alanı… Hem de, en kanlısından bir savaş alanı… Türklerin “Kanlısırt” adını verdikleri Plâteau 400’ün ön siperleri… “Ölüm” Plâteau 400 ya da diğer deyişle Kanlısırt’ın ön siperlerinde, savaşın en doğal gerçeklerinden biri değil miydi? Ne bekliyorduk ki? Karşılıklı siperdekilerde herkesin sonsuza dek sağ kalmalarını mı?
Ama sanırım herkesin birbirlerine bakan bakışlarında bir, “Ama o ölmemeliydi!
Güzel sesli Türk askeri sonsuza dek yaşamalıydı! Yaşamalı ve her akşam böylesine güzel bir şekilde kutsal kitaplarını okumalıydı!” duygusu vardı.
Böyle büyük bir kahırla ve şaşkınlıkla birbirimize bakarken, McMahon’un bana ısrarlı bakışlarını fark ettim. Bakışları alev alevdi ama tereddütlüydü. Çünkü yapacağı şeyin şu anda uygun şey olup olmayacağı konusunda kararsızdı ve belli ki bu konuda benden onay bekliyordu. McMahon’un alev alev bakışlarından onun maksadını anlamıştım. Başımı hafifçe öne eğerek yapmak istediği şeyi onayladım. Çünkü Türklerin onu anlayacağından emindim.
McMahon çok güzel kornet çalardı ve o müzik aletini de daima yanında taşırdı. Benim onayımla birlikte kornetini çıkardı ve bu savaş sahnesini kaplayan içli bir besteyi çalmaya başladı.
Kornetten yükselen acı melodi, “Un peud’ameur”du.
Şimdi Türkler, Avustralyalılar, gökteki ay ve yıldızlar… Anzak ve Türk cesetleriyle dolu siperler… Kanla dolu dereler… Her şey ama her şey… Derin bir huşu içinde, McMahon’un kornetinden hisli hisli yükselen “Un peud’ameur”la, Plâteau 400’ün Anzak siperlerindeki müzisyen bir Avustralyalı askerin, karşı taraftan güzel sesli bir Türk askerinin ölümüne karşı hüzünlü vedasını dinliyordu.
Türkler de, kornetten çıkan hüzünlü melodinin kendilerine karşı yapılmış bir saygı hareketi olduğunu anlamış olmalılar ki, onlar da sessizce ve mukabil bir saygıyla, bu hüzünlü vedayı dinlemeye koyuldular.
MacMahon çaldı, çaldı, çaldı… Ve bir an geldi ki, kornetiyle hisli bir şekilde “Un peud’ameur”u çalan MacMahon’un gözlerinden sicim gibi yaşlar dökülmeye başladı.
Ve sonra McMahon’un o sicim gibi gözyaşları, çaldığı “Un peud’ameur”a nota oldu. Artık, “Un peud’ameur” da, sanki McMahon’un gözlerinden inen yaşlar gibi hüngür hüngür ağlıyordu. O güzel sesli Türk askeri, nasıl okuduğu kutsal kitabıyla tek vücut olmuşsa, okuduğu kutsal kitapları, okurken onda vücut bulmuşsa, şimdi aynısı da MacMahon’da gerçekleşiyordu. Şimdi Un peud’ameur” da, MacMahon’un kornetiyle olan isyanında vücut bulmuş, kendini çaldırıyordu. Ben inanmıyorum ki, “Un peud’ameur” yeryüzünde bu derecede güzel çalınmış olsun ve bir daha da bu derecede güzel çalınacak olsun.
Bir müddet sonra da, McMahon’un kornetinden yükselen ve yüksek tepelerde, derin vadilerde yankılanan “Un peud’ameur”un o hüzünlü veda tonu, yerini öfkeli bir başkaldırışa bıraktı.
Ve o son başkaldırı notaları, karanlık sessizliğin koynunda yorgunluktan perde perde eriyip gittiğinde, siperlerimizi, Anzakların, artık kendilerini daha fazla tutamayan yoğun hıçkırık sesleri doldurmaya başlamıştı.
Tanrım, acaba bu Gelibolu’da bizlere daha neyi yaşatacaksın da, bizleri hâlâ yaşatıyorsun?
Sadeddin Özgür