islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,5424
EURO
36,0063
ALTIN
3.006,41
BIST
9.549,89
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
9°C
İstanbul
9°C
Parçalı Bulutlu
Pazar Az Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
11°C
Salı Çok Bulutlu
11°C
Çarşamba Az Bulutlu
13°C

Aşkın Son Saltanatı: Güz

Aşkın Son Saltanatı: Güz

Gül-şene altun varaklar zeyn idüp bâd-ı hazân

 Gûyiyâ zer-kûblar dükkânı oldı gül-sitân[1]

                                                                                                                                                             Bâkî

21 Eylül’de başlayan ve Şeb-i Yeldâ’ya[2] yani 21 Aralık’a kadar sürecek olan güz faslındayız. Divan Edebiyatı’nda bu mevsime çoğunlukla “hazân” dendiğini ve Bâkî başta olmak üzere kimi divan şairlerinin hazan mevsimini işleyen “hazâniye”lerinin olduğunu biliyoruz[3].

Klasik şiirimizde hazân mevsimi, hem olumsuz anlamıyla hem sevinç ve neşe mevsimi olarak müspet anlamıyla hem de didaktik bir malzeme olarak kullanılmıştır.  “Eyyâmı hazân irdi çemen zerd-nümâdur/Bülbülleri bâğun bî-reng ü nevâdur”[4](Hazan günleri geldi çimenlik sarı görünür/Bağın bülbülleri yine solgun ve sessizdir.) diyen Neşatî, hazânın renkleri solduran, nağmeleri susturan yönünü konu etmiştir. Bâkî, “ Saltanat tâcın giyen âlemde mağrur olmasun/ Nice sultan börkin almışdur begüm bâd-ı hazan” şeklinde seslenerek, hazân mevsiminde esen rüzgârların, çiçeklerin yapraklarını, tomurcuklarını savurmasını, ölümün ya da dönen talihin hükümdarların başındaki tacın, dolayısıyla hükümdarlığının elden gitmesine teşbih ederek, mevsimi bir nasihat vesilesi olarak kullanır. Tâcidarzâde Cafer Çelebi,  “Çün yine seyrân ide mizâna geldi âfitâp/ Zer-efşan oldı havâ gevher-nisâr oldı sehâb” (Yine güneş burcuna geldi madem seyran etsin / Hava altın, bulutlar cevher saçıyor) diyerek sararan yaprakları altına, bulutlardan dökülen damlaları ise saçılan cevhere benzeterek hazâna müspet bir mana yüklüyor.[5]

Şairler, bazen, hazan mevsiminde sararan yaprakların yere serilmesini, sevgilinin girdiği bahçenin zeminine altın saçılmasına ya da zeminin sırmalı kumaşlarla bezenmesine, bazen, hükümdarın bahçeye gelişiyle yaprakların hürmet için yere inmesine benzetiyorlar. Kimi zaman, çimenliği sararan yaprakların kaplamasını Karun’un hazinelerinin ortaya çıkmasına bağlıyorlar. Şair muhayyilesine hazan yağmurları, benzi sararıp solmuş sevgilinin yanaklarına yeniden tazelik sunulması olarak aksediyor. Bazen her lezzeti bitiren ölüm oluyor hazân. Ağaçların yapraklarını soyunmasını, dervişlerin tecrit hırkası giyinip dünyadan el etek çekmesi ve rüzgârda çınar yaprağının yere düşmesini, hazân yelinin, şeyhine intisap eden bir derviş gibi, ulu çınardan el alması olarak temaşa ediyoruz şair gözünden.  “Nam u nişane kalmadı fasl-ı bahardan/ Düşdi çemende berg-i dıraht i’tibardan” diyen şair o yüzden, “Eşcar-ı bağ hırka-i tecride girdiler/ Bad-ı hazan çemende el aldı çenardan[6]” diye hazanı kendi muhayyilesinde bambaşka bir tablo olarak resmediyor. Şiiri okurken, parmakları açık bir ele benzeyen çınar yaprağının, dalından, çimenler üzerine düştüğünü görür gibi oluyoruz.

Eski edebiyatımızda, hazan mevsiminin oldukça geniş bir yelpazede işlendiğini görmekteyiz. Tanzimat’tan sonra, edebiyatımızda sonbahar isminin kullanılmaya başlanmasının, şiirimizde, hazân isminden neşet etmiş mazmun ve mecazlar bakımından bir sığlaşma/kısırlaşmayı beraberinde getirdiğini görmek gerekir.

Bu mevsim için halk nezdinde, son zamanlara kadar, daha çok “güz” ismi tercih edilmekteydi. Küçük bir araştırma yaptığımızda, edebiyatımızda bu mevsimin güz ismiyle hatırı sayılır bir yerinin olduğunu seziyoruz. Mesela, onu Âşık Veysel’in “Geldi güz ayları erdi baharım/Geçirdim örümü gaflet içinde” [7]şeklindeki hayıflanmasında buluruz. Kırşehir yöresinden derlenmiş bir mahpus türküsündeki: ”Güz gelir de goyağını kar basar/ Lalenin sümbülün kokusun keser/ Adam sevdiğine böyle mi küser /Divane gönlümü eğlesin zindan[8]”  dizelerinden içimize güz soğuğu düşüyor. Ali Ekber Çiçek’te “Geldi güz ayları hava soğudu/Benim nazlı yarda meylim çoğudu/El(e) ayrılık vardı bize yoğudu/Esti acı rüzgâr ayırdı bizi” şeklinde karşımıza çıkıyor. Süleyman Arif Emre’nin “Hazan çağı” şiirinde:  “Ah eser hüzün ağlar/Dertliler güzün ağlar/Solar gül yüzün ağlar/Kendini üzme güzel[9]” mısralarında hazan ve hüznü bambaşka bir tatla duyumsuyoruz. Bütün bunların üstüne ben de:              

“Şimdi güz, artık yazgıdır hüzün

Aylardan sarıya çalıyor yüzün

 Yüzü/n

Hüzündür güzün” desem unutulup gitmekte olan “güz” için bir şey yapmış olur muyum, bilemem?

Bir zamanlar Anadolu’da, büyükler, kendilerine içme suyu getiren çocukların elinden su bardağını/tasını alarak, besmele ile içip hamt ettikten sonra, suyu getiren çocuk ya da gence/geç kıza: “Ömrün uzun, düğünün güzün olsun!” şeklinde dua ederlerdi. Yitip giden birçok şeyle beraber, bu teşekkür şeklinin de yitip gittiğini anlamak güç değil. Artık, güz ismini kullanan da kalmadı neredeyse.

 İsmet Özel’in, Tanzimat’tan sonra Bahar ya da Nevbahar yerine İlkbahar, hazân ya da güz yerine sonbahar denilmesine bir şiirinde: “İlki var sonu var / orta bahar diye bir şey var mı?” şeklinde bir göndermede bulunarak itirazını izhar ettiğini görüyoruz. Ortası olmayanın ilki ve sonu da olmayacaktır tabii olarak. Ancak, her ne kadar İsmet Özelin sonbahar isimlendirmesini hoş karşılamadığı anlaşılsa da, güz yağmurları ile Anadolu halkının “güzlek” dediği; çeşitli bitki ve çimenlerin yeniden yeşermesi ve mevsime has çeşitli çiçeklerin açılarak, adeta aşk ehline ömrün son saltanatını yaşatmasından mülhem olarak,  mevsime sonbahar denilmesinin çok da isabetsiz olmadığı kanaatindeyim. Klasik edebiyatımızda bu mevsimin neşe ve sevinç demleri olarak da işlenmiş olduğu bir gerçektir. Bu da mevsimin sonbahar olarak tesmiye edilmesine zıt düşmemektedir. Ama sonbaharı kullanmamız, güz ve hazânı kaldırıp atmamıza sebep olmamalı, dil ve edebiyatımıza bir zenginlik katmış olmalı.  Neyse, derdimiz isimlendirmeler üzerinde uzun mütalaalar yapmak değil. Konumuza devam edelim.

                Düşündüğümüz zaman, birçok şeyi mevsimlere benzetebiliriz, mevsimleri de birçok şeye benzetebileceğimiz gibi… Mevsimler ömrümüz gibidir meselâ. Çocukluk çağımızı kışa, gençlik çağlarımızı bahara, olgunluk demlerimizi yaza, ihtiyar kesp ettiğimiz ve terki diyara hazırlandığımız zamanları ise güze benzetebiliriz. Ya da akarsular gibidir diyebiliriz mevsimler için, toprağın sinesindedirler ilkin, derin bir sessizliğin kollarında dingin… Sonra bir gözeden yeryüzüne sızarlar. Sonra sızıntılar dere olur, dereler çay olur, çaylar ırmak olur; kurak topraklara hayat bahşedeler. Umutsuz gönüllere umut ve sevgi dağıtmak üzere muvazzaf bir elçi gibidirler. Ardından denize dökülürler, âlemi berzaha göçer gibi, bir muvakkat istirahate çekilirler. Misalleri çoğaltmak mümkündür. Zira bu âlem hem zıtların benzerliği hem de benzerlerin zıtlığından mürekkeptir.

                Bir yönüyle de mevsimleri aşkın/âşığın hallerine benzetebiliriz. Kış faslı aşığın derununda uyuyan derdin gafili olduğu devrandır. Cemrelerle tutuşan aşk ateşi, onu mecnûna döndürür. Bir zaman, avucunda kor ateşi tutmak durumunda kalır gibi, sinesinde aşk ateşini kimselere sezdirmeden taşır. Ancak ciğer kebap olup yandığını, uçsuz sahralarda su arayanlar gibi bunaldığını daha fazla saklayamaz ve sırrını ifşa eder onun halleri. Sevgilinin bir bakışından, küçük bir tebessümünden nihayetsiz umutlara kapılıp, kaş çatmalarından bedbinliğin gayyasına yuvarlanır. Bahar havalarının kararsızlığı gibidir sevgilinin halleri, yüzünü bir gösterip bir kaybolan güneş gibi aşığa azap verir. Yâr cemalinin şavkına aldanıp ümide kapılır da, bahtı gibi kara bulutların ve yârin perişan zülüfleri gibi hoyrat rüzgârların gadrine uğrayıp hasta düşer, ateşlerde yanıp kavrulur. Bazen ikbâl ona güler ve meserret dolu yazlara döner aşığın bahtı.          

                Hazan çağı ise son tahlilde her saadetin sonuna işaret eder. Dünyada meşakkatle ya da meşakkatsiz ikbâl sahibi olan; mal ve mülke, makam ve mansıba kavuşanlar ya da bir yâr derdiyle kara kışlardan; bazen şen bazen boranlı baharlardan geçerek vuslat demlerinin asude yazlarına erenler, hazân yelinin bir gün muhakkak İsrafil’in Sur’u gibi seslendiğini duyacaklardır. Elde edilen her güzelin/güzelliğin bir hitamı olduğu muhakkaktır. Bir ömrü, bir arzu/ bir sevda uğruna,  çarmıhta gerili bir ruhla tamamlamanın arifesinde olanlar da, yâr elinden gel olmadan geçen ömre aldırmaksızın, yine de onun yüzünde, güz güneşi yahut güz gülü gibi beliren gülüşlerden sonsuz ümide kapılırlar. Fakat mukadder son gelir çatar. Artık onlar için:

 “Arzumun peşinde pervane oldum

Gezdim yine bulamadım arzumu

Eşsiz ceylan gibi çöllerde kaldım

Tezdim yine bulamadım arzumu”[10] demenin vaktidir.

                Fuzuli merhumun “Aşk imiş her ne var ise âlemde” dediği âlemde,  öyle hâller vardır ki, insan çoğu kere onun sırlarını kavramaktan aciz kalır. Ölüm döşeğine düşmüş hastalarda, halkın “ölüm iyiliği dediği” bir hâl zuhur eder. Hastadan ümidini kesmiş olan sevenlerinde bir ümit peyda olur. Oysa hasta, son iyilik deminde kısmetinin son kalıntılarını toplamaktadır. Adına hazân mı dersiniz, güz mü dersiniz ya da sonbahar mı…? İşte bu mevsim, el etek toplayıp giderken bile gönül gözü körelmemişlere hayranlık verici sahneler sunar. Aşkın son saltanatıdır bu; bütün değerliler, esaslı bir inkıyat ile yüksekten/dallardan yere iner, taçlar başlardan çıkar ve sararan yapraklarla müzeyyen bu bahçede rüzgârın sazından son şarkılar çalınır:

Seyre daldık gonce-i handânı bir ömür bitti
Bitmedi o bülbülün efgânı bir ömür bitti
Çok tabibler ilaç verdi dil-i hasta-i aşka
İnledi ney gibi cân-ü dil, bir ömür bitti[11]

Şaban ÇETİN

[1] Gülşeni altın varaklarla süsledi hazan yeli/ Güya altıncılar dükkanı oldu gülistan.

[2] Şeb-i Yelda: En uzun gece, 21 Aralık gecesi

[3] Cafer Mum: Divan Şiirinde Hazâniye ve Bakinin Hazâniyesi

[4] https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/32618

[5] Bazı hazâniye örnekleri ve Bakî’nin hazaniyesi ile ilgili detaylı bilgi için bakınız: Cafer Mum “Divan Şiirinde Hazâniye ve Bakinin Hazâniyesi” adlı makale.

[6] Bâkİ: “Nam ve nişane kalmadı bahar mevsiminden/ Düştü çimenlikte ağaç yaprağı itibardan/ Bağın ağaçları tecrid hırkasını giydiler /Hazan yeli çimenlikte el aldı çınardan”

[7] Ali Berat Alptekin- Âşık Veysel

[8] Fatih Yağmur, Niğde Üniversitesi Yüksek Lisans Tezi: Kırşehir Türküleri

[9] Süleyman Arif Emre: Suların Şarkısı

[10] Reyhânî

[11] Prof. Dr. Önder Göçgün- Açıklamalı Türk Mûsikisi Güfteleri

Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi

Yorumlar
  1. Derviş Yücel dedi ki:

    Yüreğine sağlık Kardeşim, sofrana sıkca misafir olmak isteriz,huzurla. ..