Ferasetin İlham ile Bir Münasebeti Var mıdır?
Muhterem Okuyucularım;
Ferasetin ilham ile bir münasebet hâlinde olup olmadığı sorusuna cevap vermeden önce bu üç kavramın doğru tanımının yapılması şarttır. Basiret, doğru düşünce ve bunun bir sonucu olarak ilhamın rehberliğinde hakikaten bir irfan kaynağıdır. Basiret sahibi olabilmek için, ilhamın önemi ortaya çıkmaktadır. O halde nedir ilham?
İlham, Kalbî Midir Şeytanî Midir?
Kelime olarak ilham, “bir şeyi birden yutturmak” anlamında olup, terim olarak kalbe bir takım mana ve fikirlerin ilkâ edilmesi, yani bir şeylerin kalbe konulması ve bunların hissedilmesidir. Yaratan’ın, “insan kalbine bıraktığı şey” olarak tanımlanan ilham, herhangi bir istidlâl (delile dayanan) metoduna müracaat etmeden, akıl yürütmeden ve düşünmeyi geliştirmeden, daha çok feyiz (irfan) yoluyla veya bazı insanlarda yoğun olarak tekâmül etmiş ruhî melekeler vasıtasıyla bazen uykulu, bazen de uykusuz halde, belirli bir konu hakkında gaipten (mana âleminden) ruha yansıyan mana ve bilgilerdir.
İdrak ile her zaman anlaşılmayan, kişiye özel, gizli, ruhî bilgi ve feyz kaynağı olan ilham, ruhun tekâmülü, eğitimi, terbiyesi ve liyakati nispetinde gayri ihtiyari olarak vicdanî bir hisle ortaya çıkabilir. Bu bilgiler, ani bir surette ortaya çıkar. Kişi, tam olarak bu bilgileri nasıl elde ettiğini, nereden temin ettiğini dahî bilemez. İlham, gayri ihtiyarî de olsa, kişinin kendi manevî gayretleri sonucu, kendisinde meydana gelen hassasiyetle, bazı ilahî gerçeklere muttali olması, bunların perdelerinin kendisinde açılması; bunları hissedip yaşaması hâlinin adıdır.
Allah tarafından insanın gönlüne atılan ilâhî bilgi ve içe doğan hakikatler, bazen de ilm-i mükaşefe, ilm-i hakikat, mevhibe-i ilâhiye (Allah vergisi) de denilmektedir. Günümüzde ilham, sezgi ve keşif türünde, bazı temiz gönüllerde farklı derecelerde tecelli edebilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de “ilham” kelimesi sadece bir kez geçmektedir.
“Nefse ve onu en güzel bir biçimde şekillendirip fücur ve takvasını ilham edene yemin ederim ki, nefsini arındıran muhakkak kurtulmuştur. Onu kirleten de, hüsrana uğramıştır.” (Şems; 91/8–10).
Bazı İslâm âlimleri, Allah’ın nefse iyilik ve kötülükleri öğretmesi ve kavratması tarzında yorumlayarak ilhamı, kulun kesbine paralel bir şekilde kendi nefsinde ortaya çıkan bir mertebe olarak değil, insana doğuştan verilen bir kabiliyet olarak da telakki etmişlerdir. Şu da bir gerçek ki insan nefsi, günah ve sevap işlemeye kabiliyetlidir. Dolayısıyla insan, manevî iradesiyle nefsini hayra, şeytanî iradesiyle de şerre yönlendirebilir. Çünkü insan nefsi, hem hayırlı ilhamlara, hem de şerli/şeytanî ilhamlara (vesveselere) bir alıcı durumundadır. Kalbine ilham gelen kişi, bunun ilâhî menşeli olduğunu hissederse, hem huzur bulur, hem de ilhamın bilgi kaynaklı olması hâlinde onunla amel de edebilir. Ancak nefs-i emmareden gelip ruhu saran menfî kıvılcımlar, şeytanî vesveselerden ibarettir.
Görüldüğü gibi, insanın kalbi sadece manevî ilhamlara yönelik bir alıcı durumunda değildir. Şeytandan da menfî ilham almaya kabiliyetlidir. Bundan dolayı, şu veya bu şekilde ilhamı hisseden bir kişi, eğer dinin hükümlerini iyi bilmiyorsa, şeytanın ve nefsinin oyuncağı olabilir. Çünkü kalbine gelen menfî ilhamı, ilahî zannedip hem manevî yönden sapar, hem de bunu başkalarıyla paylaşmak suretiyle insanları manen saptırabilir.
Bir rivayete göre, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’a biri “Yalancı peygamber Muhtaru’s-Sakafî kendisine vahiy geldiğini iddia ediyor” deyince Abdullah İbn-i Ömer, “Doğru söylemiş” der ve şu âyeti okur: “Şüphesiz şeytanlar, kendi dostlarına sizinle mücadele etmelerini vahyeder.” (En’am; 6/121). Yani, şeytanlar, kendi dostlarına vesvese yoluyla ilham eder ve maneviyata bağlı olanlarla mücadele etmeleri için telkinde bulunur. Görüldüğü üzere ilham, hem şeytanî, hem de kalbî olabilmektedir.
Feraset İlhamın Bir Sonucudur
İlham, yansımaları açısından müspet ve menfi olabileceğine göre ilhamın bir sonucu olan feraset de mantıkî olarak yine müspet ve menfi olmalıdır. Buna kesin olarak evet veya hayır demeden önce genel olarak feraseti bir tanımlayalım. Sözlükte “tasavvurda zenginlik”, “düşüncede tutarlılık”, “zihnen uyanık olmak” ve “bir şeyi çabukça anlama kabiliyeti göstermek” anlamlarına gelen feraset, bir kimsenin, ahlâk, iç dünyası ve istidadını, kişinin yüzünden anlama becerisine ve gücüne sahip olmak anlamına gelmektedir. Bu yönüyle feraset, basiretin daha da derinleşmiş hâlidir. Bir nevi altıncı his ve(ya) bir ilham eseri olarak, insanın içine doğan manevî bir duygudur feraset. Feraseti, meydana geliş şekli itibariyle ikiye ayırmak mümkündür.
1.) Riyazî Feraset: Genellikle üstün sezgi gücüne sahip olan kişilerin, sıkı bir perhiz, uykusuzluk ve çile sonucu, ruhî ve fikrî yönlerini güçlendirebilme ve herhangi bir kişi veya hadise hakkında isabetli tahminler yapabilme becerisidir. Böyle bir ferasetin bilhassa iman ve salih amel boyutlu olmayana istidraç (manevî sapma) nazarıyla da bakılabilir. Hakikî bir manevî değeri olmayan bu gibi sezi ve keşiflerde, mümin-müşrik, Müslüman-Hıristiyan fark etmez; herkes belli şeyler sezebilir. Ancak bazı art niyetli kimselerin ve özellikle kâhinlerin, bilinmeyen bazı şeyleri büyü ve sihir yoluyla haber vermeleri ve âdet üstü harikulade hadiseler göstermeleri, manevî yönden bir istismardır.
2.) İlahî Feraset: Yaratanın, müminin kalbine attığı bir nur ile kulun hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, faydalıyı zararlıdan ayırabilmesidir. Nitekim Peygamberimiz (sav), “Müminin ferasetinden korkun. Çünkü o, Allah’ın nuruyla nazar eder.” (Tirmizî, Tefsîru sûre, 15: 6) hadisi iman ile eşyanın hakikati ve varlığın perde arkası arasındaki münasebetine işarettir. Bu hadis-i şerife göre, olaylara feraset nuruyla bakan her mümin, Hak nazarıyla bakmış sayılır.
Her mümin, manevî derecesine göre, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir insanın tasavvur edemeyeceği manevî sürprizlerle her zaman ve her yerde karşı karşıya gelebilir. İman sayesinde inkişaf eden feraset ve marifet sahibi bir Müslüman, eşyanın melekûtî ve manevî yönlerine nüfuz eder ve ilahî ilham sayesinde varlığın gören gözü, atan nabzı ve kavrayan aklı olur. Nitekim “Elbette bunda basiret ve feraseti olanlar için ibretler vardır.” (Hicr; 15/75) âyeti, tabiatta, kâinatta ve eşyadaki birçok karmaşık unsurun birden müşahede edilebilirliğin basiret ve feraset yoluyla ancak mümkün olduğunu belirtir.
Ezcümle
(İlahî) feraset, (ilahî) ilhamın bir eseridir. İlahî ilhamın kaynağı veya ortaya çıkışı da Müslümanın takvası yani Allah’a yakınlığı ile ilgilidir. Kur’ân, takva sahibi bir Müslümana (ilâhî) ilham ve ferasetten sonra furkan da verileceğini beyan etmektedir.
“Ey iman edenler, eğer Allah’a karşı hep takva dairesi içinde bulunursanız, O size furkan verir.” (Enfâl, 8/29)
Furkan sahibi bir mümin, Hak ile Bâtılı birbirinden ayırabilir, doğru ile yanlışı fark edebilir ve her zaman Hak ekseninde yoluna devam edebilir. Ne mutlu, ilham ve feraseti ilâhî olan, takva ve furkan sahibi müminlere.
Prof. Dr. Ali SEYYAR
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi