Dindarlık, dinin emir ve yasakları doğrultusunda yaşamayı ifade eden bir tanımdır. Ancak bu yaşama tarzı, bireyden bireye farklı olduğu için, dindarlık algısı ve bu algıya bağlı olarak da tanımı farklı olabilmektedir. Nitekim kendilerini ibadet üzerinden tanımlamaya çalışan insanların yanında, ibadetleri dışlamasalar da, kendilerini ahlakî ilkeler veya yaptıkları iş (amel-i salih) üzerinden tanımlamaya çalışan ve dindarlığı ahlakî kriterlere ve yaptıkları işlere göre anlayan insanların da bulunduğu görülüyor. Bununla birlikte toplumun belli bir kesiminde ibadetler ve formel değerler üzerinden yapılan dindarlık tanımının daha etkin olduğu, diğer dindarlık anlayışların ise o kadar etkin olmadığı anlaşılıyor. Bu nedenledir ki, farzların haricinde kim daha çok nafile ibadet ediyor ve bu konuda görünür olmaya daha çok önem veriyorsa, kendisini daha dindar ve muttakî sayıyor. Ne var ki bu dindarlık anlayışı, özünde Kur’an’ın genel muhtevasını ve Hz. Peygamber’in örnek hayatını kuşatıcı bir nitelik arz etmiyor.
Bireyin, insan-insan ilişkisine yönelik sorumluluğu; ailesi başta olmak üzere komşularına, iş arkadaşlarına ve ilişkide bulunduğu bütün sosyal çevresine karşı tutum ve davranışlarında uygulayacağı fıtri yetileri ile sonradan kazandığı ahlaki erdemlerin bütünü demek olan insanlık değerlerine sahip olması, kısaca insan olması, tutum ve davranışlarında sahip olduğu kişilik özelliklerine uygun davranmasıdır. Zira Kur’an muhtevasından insanın yaratılış amacının sadece ibadet olmadığı, aynı zamanda ahlakî değerleri insanlık ve halifelik görevlerinin de olduğu biliniyor. Nitekim “Hanginizin daha iyi ve yararlı iş yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” (Mülk, 67/2),“Ben insanları ve cinleri sadece bana kulluk etsinle diye yarattım” (Zariyat.51/56), “Ben insanı yeryüzüne halife yapacağım”(Bakara,2/30) ayetleri, insanın niçin yaratıldığını gösteren ayetlerden en dikkat çekici olanlarıdır
Kur’an’ın genel muhtevasından anlıyoruz ki bireyin, insan-insan ilişkisine yönelik sorumluluğu; ailesi başta olmak üzere komşularına, iş arkadaşlarına ve ilişkide bulunduğu bütün sosyal çevresine karşı tutum ve davranışlarında uygulayacağı fıtri yetileri ile sonradan kazandığı ahlakî erdemlerin bütünü demek olan insanlık değerlerine sahip olmasının yanında; insan- kainat/ doğal çevre ilişkisine yönelik sorumluluğunu ifade eden evreni/doğal çevresini tanıma, keşfetme, bilgilenme, araştırma, koruma, hizmetinde kullanma, yer yüzünü imar etme, yönetme ve bunu gelecek nesillere miras bırakma sorumluluğu demek olan halifelik sorumluluğu da bulunmaktadır. Bir başka ifade ile kainattaki bütün varlıklar insanın hizmetine sunulmuş, buna karşılık ondan Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda iş yapması ve eylemlerde bulunması istenmiştir. Bunun adı da kulluktur.
Kulluk, genel anlamda insanın Allah için, O’nun buyrukları doğrultusunda iş yapması ve eylemlerde bulunması demektir. Bu nedenle ibadet, kulluğun sadece bir boyutudur, diğer boyutları ise insanlık ve halifeliktir. Nitekim namaz kılmak oruç tutmak, hacca gitmek ve zekat vermek ne kadar kulluğun bir gereği ise, haramlardan uzak durmak, adil ve merhametli olmak, paylaşmak, doğru-dürüst olmak, üretimde bulunmak, işini iyi yapmak, çevreyi korumak kısaca bütün insanî değerlere ve çevre ahlakına sahip olmak da kulluğun bir gereğidir. İnsanın yaratılış amacı da budur. Bir başka ifade ile ibadet, insanlık ve halifelik görevlerinin kulluk bilinci içinde yerine getirilmesidir. Bu nedenle bazı kimselerin zannettiği gibi dindarlık, sadece ibadet etmek değil, hayatı Allah’ın buyrukları doğrultusunda yaşamaktır.
“Allah hayatı ve ölümü hanginizin daha güzel işler yapacağını denemek için yarattı” (Mülk,67/2) ayeti, bu gerçeği ifade eder. Zira yaradılış amacımız, bu dünyada doğru, iyi ve güzel işler yapmaktır. Bunun yolu da Allah’a, insanlara ve evrene karşı sorumluluklarımızı yerine getirmektir. İbadet, Allah’a; ahlak insanlara ve sosyal çevremize, halifelik ise yeryüzüne ve evrene karşı olan ahlakî sorumluluklarımızı ifade etmektedir. Bu anlamda kulluk, birini ötekinin aleyhine bozmadan bu görevleri hakkıyla yapmaktır. Bu nedenle Cennete ve Cehenneme giden yol, bu dünyadan geçmekte, insan yaptıklarıyla Cenneti ya da Cehennemi hak etmektedir.
Hz. Peygamber’in Müslümanı, elinden ve dilinden emin olunan kimse olarak tanımlaması (Buhârî,İman,4); “Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iki budu arasındaki (üreme) organını koruma sözü verirse, ben de ona Cennetin sözünü veririm” (Buhârî,Rikak,23) demesi ve “Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek de yoktur.” (İbn Mâce, Ahkâm,17) sözü ile de söz konusu kurallara evrensel bir nitelik kazandırmış olması, bu gerçeği anlatmaktadır. Bu bağlamda fakihlerin, İslam’ın temel ilkelerini, aklı koruma, nesli koruma, dini koruma, malı koruma ve canı koruma olarak açıklamaları, dindarlığın kriterlerini göstermesi açısından ayrıca büyük önem arz etmektedir.
Kur’an’ın, insana hedef olarak gösterdiği amaçlar, ibadet, ahlak ve halifelik olduğu halde, Müslümanların kahir ekseriyeti, bunlar arasında denge kurmayarak/kuramayarak, kimi ibadeti, kimi ahlakı, kimi de halifelik görevlerini yapmakla sorumluluktan kurtulacaklarını sanmaktadırlar. Adeta Müslümanlar, Allah’ın buyruklarını, branşlaştırarak yaşamaktadırlar. Kimileri ibadetlerini yerine getirdi mi, ahlakî ve insani değerleri yaşamasa da kendilerini dindar sayabilmekte, kimileri helal-haram demeden kazandığı paraları, hayır kurumlarına bağışlamayı, öğrencilere burs vermeyi dindarlık ölçütü olarak görmektedir. Kimileri de sosyal, ekonomik ve bilimsel faaliyetlerde bulunarak insanlara hizmet etmeyi, dindarlığın bir göstergesi olarak yeterli görmektedir. Dolayısıyla dinin bütün kurallarını değil de belli kurallarını yerine getirmekle, diğer kuralların sorumluluğundan kurtulabileceklerini sanmaktadırlar. Oysa sınıfı geçmek için bütün derslerden nasıl yüz puan üzerinden 50 puan almak gerekiyorsa, bir Müslümanın da hayatı boyunca yapmakla yükümlü olduğu kulluk, insanlık ve halifelik görevlerinden her birini başarıyla tamamlaması ve Allah katında asgari düzeyde geçer not alması gerekiyor. Çünkü Kur’ân, insan hayatını bir bütün olarak ele alıyor ve kendisine inanan her insandan bütünlük ve kuşatıcılık içinde dengeli bir hayat yaşamasını istiyor. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in Kur’an’ın bu ilkesini yaşayarak ve anlatarak ümmetine örnek olması da büyük önem arz ediyor.
Hz. Peygamber, ihsanı “Allah’ı görüyormuş gibi, O’na kulluk etmek” ((Buhârî, “Tefsîr”, 31/2) olarak tanımlamaktadır. Bu tanım, hem kulun görevini, hem de bu görevin yapılış biçimini açıklamaktadır. Bu nedenle Müslüman, her yaptığı işi Allah’ın kendisini gördüğü ve denetlediği bilinci ile yapmak zorundadır. Zira Allah, kendisinin “Mirsad/gözetleyici) (Fecr,89/13) olduğunu ve kulunu denetlediğini ifade etmektedir. Allah, kulunun sadece ibadetlerini değil, bütün davranışlarını denetlemekte ve melekleri vasıtasıyla da kayıt altına almaktadır (İnfitar,82/10-12). Müslüman, bu bilinçle kulluğunu yerine getirmek ve dindarlık anlayışını buna göre şekillendirmek zorundadır. Böyle yaptığı takdirde ancak Kur’an ve sünnete uygun bir dindarlık profiline sahip olabilir.
Prof. Dr. Celal KIRCA
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi