Ahlak, insanların toplum içinde uymak zorunda oldukları kuralları ve davranış biçimlerini ihtiva eder. Bir başka ifade ile ahlak, insanın insanla, insanın sosyal ve fizikî çevresiyle olan ilişkilerinde uymak zorunda olduğu dinî veya etik kurallardır. Bu nedenle insan hayatının ayrılmaz ve vaz geçilmez ana unsurlarından birini teşkil eder. İman, nasıl insanın inanç ve düşünce dünyasını şirkten ve küfürden arıtmayı ifade ediyorsa, ahlak da insanın dış dünyası ile olan ilişkilerini doğru ve kurallı bir biçimde yapmasını ifade eder. Bu nedenle ibadetlerin ana hedefi de ahlakî davranışları Müslümana kazandırmak içindir. Nitekim namazın insanı hayasızlıklardan ve kötülüklerden koruduğunu (Ankebut,29/45); orucun ana hedefinin “takva” olduğunu (Bakara,2/183); kurban etinin ve kanının Allah’a ulaşmadığını, Allah’a sadece “takva” nın ulaştığını (Hac,22/37) anlatan ayetler, ibadetlerdeki asıl amacın takva, yani korunmaya yönelik ahlakî davranışlar olduğunu açıklamaktadır.
Takva ahlakî bir davranış tarzıdır ve Allah’ın yasakladığı şeylerden, sırf Allah yasakladığı için uzak durma ve sakınma halidir. Bu nedenle takva, İslam’ın ruhudur. Çünkü takva, Müslümana ahlakî erdem kazandıran tutum ve davranışların tümünü kapsar. Müslümanın hayatından ahlak çıkartılırsa geriye sadece ritüel, şekilcilik, bir diğer ifade ile ruhsuz bir beden gibi, ahlaksız bir dindarlık görüntüsü kalır. Tıpkı ruhsuz bir namazın jimnastikten; ruhsuz bir orucun aç kalmaktan ibaret oluşu gibi. Müslüman, namaz kılıyor, oruç tutuyor, hacca gidiyor, kurban kesiyor fakat yalan söyleyerek ve çalarak bir kazanç elde ediyor, kişisel çıkarları için hak-hukuk tanımıyor ve bundan dolayı da becerikli ve açıkgözlü olmakla övünüyorsa, ibadetlerin ruhundan uzak bir hayat yaşıyor demektir. Nitekim Hz. Peygamber’in “Kim yalan söylemeyi, yalanla iş görmeyi ve cehaleti terk etmezse, Allah’ın, onun yemesini ve içmesini bırakmasına (oruç tutmasına) ihtiyacı yoktur” (Buharî, Kitabu’s Savm,8) sözü, bu hususu açıklamaktadır.
İslam’ın Müslümandan beklediği davranış biçimi bu olmakla birlikte, maalesef günümüzde bazı Müslümanların, Kur’an’ın ve Hz. Peygamberin önerdiği bu kriterlere uymadıkları, özellikle kendilerini diğer Müslümanlardan ayırt etmek için bazı simgeleri ve sloganları kullandıkları ve bunların görünür olmasına özen gösterdikleri görülmektedir. Bunun da nedeni kapsayıcı ve kuşatıcı bir Kur’an bilgisine sahip olunmaması ve sahip olunan dinî bilgilerin ise derinlikten ve nitelikten yoksun olması nedeniyle görünür olma tavrının, dinin araç değerleri üzerinden yapılması, amaç değerlere yeterince özen gösterilmemesidir. Böylece dinî hayat, Kur’an ve Peygamber ahlakını temsil eden muhtevasından yoksun bir formalite haline dönüştürülmüş bulunmaktadır. Bu haliyle İslam, bir kimlik olarak sosyal ve kamusal alanda “görünür” olsa da, muhtevasının kapsayıcılığı, kuşatıcılığı, derinliği ve kişilik yaratıcı niteliği ile bulunmamaktadır.
Hacca giden bir Karadenizli, Kabe’nin karşısında oturmuş namaz vaktini beklerken, kafile başkanı olan müftüye, Hz. Peygamber’in kaç defa hac yaptığını sorar, müftü de “bir defa” der. O hacı bir müddet sukut edip düşündükten sonra müftüye yönelerek, “Hocam, Peygamberimizin takvası da çok zayıfmış” der. Müftü bunun üzerine o hacıya kaç defa hac yaptığını sorar. O da “dokuz” defa der. Hacıya göre takvanın ölçütü, nitelik değil, niceliktir. Ona göre takvalı olmanın ölçütü sayı olduğu için,” Bir mi çok , dokuz mu?” diye kendi kendine sorar ve dokuzun daha çok olduğunu düşünür, bu nedenle kendisinin daha takvalı, Hz. Peygamber’in ise daha az takvalı olduğu sonucuna varır.
Oysa takva, nafile ibadetleri çok yapmak değil, haramlardan ve yasaklardan olabildiğince sakınmaktır. Kur’an’ın önemli öğütlerden biri, inanların takvalı olmasıdır. Takvalı olmak ise, iyilikleri elde etmeye yönelik çabalarından önce, kötülüklerden uzak durmaya çalışmaktır. Bir başka ifade ile inanların; fitne, yalan, gıybet, iftira, kumpas, zulüm, kul hakkına tecavüz, faiz, zina, yolsuzluk, rüşvet, kayırma, haksız iktisap, egoizm, tembellik gibi kötülüklerden ve haramlardan uzak durmayı, sevap elde edecek diğer davranışlarının önüne geçirmesidir.
Bu ana ilkeyi hem Kur’an’ın tenzil yönteminden, hem de ayetlerdeki vurgulardan anlıyoruz. Mekke’de inen ayetlerin içeriğinde, iman ve ahlak ön planda iken, Medine’deki ayetlerde ibadet ve hukukun ön planda olduğu görülüyor. “Allah nefse kötülük yapma ve kötülükten sakınma yetisi verdi” (Şems,91/8), “Ey iman edenler! Allah’tan sakının, herkes yarını için ne hazırladığına baksın, Allah’tan sakının. Çünkü Allah yaptıklarınızdan haberdardır”(Haşr,59/18) ayetleri bize, önce haramlardan sakınmayı, sonra da ahiret için yararlı işler yapmayı önermektedir “Ey imam edenler! Kendinizi ve çocuklarınızı cehennem ateşinden koruyun” (Tahrim,66/6),“Aranızdan yalnız zalimlere erişmekle kalmayacak fitneden sakınma” (Enfal,8/25) ayetleri de korunmanın ve sakınmanın önemine ayrıca atıfta bulunan ayetlerdir.
Bu nedenledir ki, “Def’i mefasid, celb-i menafiden evladır/ Kötülüklerden uzaklaşmak, çıkar elde etmekten önce gelir”(Mecelle,30) kaidesi, Mecellenin ana ilkelerinden biri olarak tespit edilmiştir. Bir konuda zararı önlemek, fayda sağlamaktan önce gelir. Bunun anlamı, günahtan sakınmak, sevap kazanmaktan; bir başka ifade ile yasaklardan, haramlardan kaçınmak, iyi ve faydalı şeyleri yapmaktan; başkalarına zarar vermemek, sevap kazanmaktan önce gelir. Nitekim Hz. Peygamber’in bir mağaraya sığınan üç kişinin hayat hikayeleri ile ilgili anlattıkları, haramlardan kaçınmanın önceliğini ifade etmesi açısından dikkat çekicidir.
Hz. Peygamber ahlâkî güzellikleri tamamlamak için gönderildiğini ifade etmekte, “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” (Camiu’s Sağir,1/79 ) buyurmaktadır. Hz. Aişe’nin ifadesiyle Hz. Peygamber’in ahlakı, Kur’an ahlakından başkası değildir. Hz. Peygamberin, hem Cahiliye hem de tenzil dönemindeki ahlakı, doğruluğu ve dürüstlüğüdür. Cahiliye döneminde doğruluğundan ve dürüstlüğünden dolayı ona, “el-Emin/güvenilir” lakabı verilmiştir. Dürüstlük ve güvenilirlik, hayatı boyunca onun en önemli kişilik özelliği olmuştur. Allah, ona,“ Emr olunduğun gibi dosdoğru ol”( Şura,42/15),” demiş; ayrıca “Ey Peygamber, sen ve seninle birlikte inanıp Allah’a yönelenler, emr olunduğunuz gibi dosdoğru olun” (Hud,11/112) emrini tekrar etmiştir. Bu nedenle doğruluk ve dürüstlüğü Hz. Peygamber, Müslümanın en temel kişilik özelliği olarak açıklar. Nitekim Hz. Peygamber’in, Müslüman’ın hata edebileceğini, hatta günah işleyebileceğini, ama asla yalan konuşamayacağını, doğruluk ve dürüstlükten ayrılamayacağını ifade ettiğini ve Müslümanı,“ Elinden ve dilinden diğer Müslümanların emin olan kişi” (Buhari, İman, 4/10)olarak tanımladığını görüyoruz. Bundan da Müslümanın hayatında, aldatmanın, kandırmanın, iki yüzlülüğün ve riyakarlığın olmadığını, olmayacağını anlıyoruz. Bu nedenledir ki Hz. Peygamber, ıslak buğdayı alta, kurusunu üste koyan bir satıcıya, “Aldatan bizden değildir” (Müslim, İman, 164) diyerek, aldatmanın Müslüman kişiliği ile bir alakasının olmadığını ifade etmek ihtiyacını hissetmiştir.
Kur’an kendisine inanan her Müslümana, dürüst olmasını, sözünde durmasını, hak-hukuk gözetmesini, adaletli, nezaketli, güvenilir, sağlam, onurlu, sözünün eri olmasını emreder. Kimseye ayrımcılık yapılmamasını, kimseyle alay edilmemesini, lakap takmamasını, kimseyi kötülememesini, işini iyi yapmasını, hileli mal satmamasını, inanmadığı hiçbir şey için inanıyormuş gibi yapmamasını ve anlatmamasını, yalan söylememesini, iftira etmemesini, kendisine verilen yetkileri çıkarı için kullanmamasını ister. Bu nedenle Kur’an, küfür ve nifak kadar riyakarlığı da şiddetle kınar. Zira riyakarlık, tıpkı münafıklık gibi “ … mış” gibi yapmanın adıdır. “Mış gibi olma”, imanî konuda ise, bunun adına münafıklık; sözde ve davranışlarda olursa, onun adı da riyakarlıktır. Bir başka ifade ile inanmadığı halde inanmış gibi olma münafıklığı, yapmadığı halde yapmış gibi olma da riyakarlığı ifade eder. Günümüzde insanların en çok şikayet ettiği husus da insanların riyakarlığı ve iki yüzlülüğüdür ve görünen manzara hiç de iç açıcı değildir
Bunun nedenlerinden biri de, Batının “Hedonizm, Egoizm ve Komfortizm” diye kavramlaştırdığı anlayışların, günümüzde Müslümanları derinden etkilemiş olmasıdır. Zira zevkliliği, bencilliği ve kişisel rahatını yücelten bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplumda, İslamî değerlerin de yaşaması gittikçe zorlaşmaktadır. Bu anlayışlar, insanların tembelleşmesine, lüks ve eğlencenin yüceltilmesine, görev ve sorumluluk duygusunun yitirilmesine, israfın, aç gözlülük ve doyumsuzluğun yaygınlaşmasına, sosyal ilişkilerde saygının ve empatinin değerini kaybetmesine sebep olmaktadır. Böylece sevgi, saygı, güven, doğruluk, dürüstlük, adalet, merhamet ve sorumluluk gibi değerler büyük ölçüde anlamlarını yitirmekte, netice toplum hayatında “ ahlaksız ticaret, ilkesiz politika, faydasız ilim, emeksiz zenginlik, vicdansız haz ve emeksiz ve çilesiz dindarlık” etkinlik kazanmaktadır. Böyle bir hayat tarzının ise, Kur’an’ın ana ilkeleri arasında yer alan helal, temiz, doğru, güzel ve denge ilkeleriyle bağdaşması mümkün gözükmemektedir.
Ticaretimizde, ikili ilişkilerimizde, alışverişimizde, doğruluk ilkesine riayet ettiğimiz söylenemez. Menfaatimizi doğruluğun önüne koyuyoruz. Kendimizce yalan söylemeyi çoğu kez meşru görüyoruz. Kullukla yalanın bir yerde olamayacağını düşünemiyoruz. Hz. Peygamber’in, “Müslüman yalan söylemez” sözünü çabuk unutuyoruz. O’nun “Münafığın üç belirtisinden söz ettiğini, bunların ise konuştuğunda yalan söylemek, söz verdiğinde yerine getirmemek ve kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet etmek ” (Müslim, İmân,107-109) olarak açıkladığını ve “Müslümanı, elinden ve dilinden başkalarının zarar görmediği kimse” (Buhârî, İmân,4) olarak tanımladığını, dolayısıyla bu tanıma uygun Müslüman olmak için gerekli özeni göstermiyor veya gösteremiyoruz. Nitekim ibadet edenlerden de etmeyenlerden bir çok kime, ahlakî zaaflarıyla, özellikle de ben merkezci tavırlarıyla insanlara zarar vermeye devam ediyor.
Prof. Dr. Celal KIRCA
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi