Müslümanlar arasında bir kesimin, çalışıp çabalayarak helalinden kazanç elde etme arzusu içinde oldukları halde, bir kesimin çalışmadan zengin, okumadan bilgin, bilgi sahibi olmadan mütefekkir ve ibadet etmeden âbit olma arzuları içinde oldukları görülüyor. Bu düşüncede olanlar, çalışamadan, gayret göstermeden ve emek vermeden, kısa yoldan istediklerini elde etmeyi (köşeyi dönme) arzu ediyorlar. Bir kısım insanlar ise çalışıyorlar, fakat işlerini doğru dürüst yapmıyorlar. Kimileri işlerini doğru yapsa da, iş ahlakına sahip olmuyorlar. Sayıları az da olsa, işini doğru yapan ve iş ahlakına sahip olan kimselerin olduğu da görülüyor. Bu durumu Mehmet Akif’, yüz yıl önce Almanya için söylediği “Dinleri var, işimiz gibi, işleri var dinimiz gibi” sözüyle açıklar. Üzerinden bir asırdan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen, bu tespitin hala geçerliliğini koruduğu görülüyor. Nitekim bağ evimi yaptırırken en az on iş kolundan onlarca usta ve işçiyi tanıma fırsatı bulmuştum. Bu ustalardan kiminde, iş kalitesi vardı, ama iş ahlakı yoktu. Kiminde iş ahlakı vardı, ama iş kalitesi yoktu. Bir-iki usta ise, hem iş kalitesine hem de iş ahlakına sahipti.
Bunlardan iş ahlakına sahip olup da iş kalitesine sahip olmayanlar ile iş kalitesine sahip olup da iş ahlakına sahip olmayanlar nerdeyse eşit sayıda idi. İş ahlakına sahip olmayan ustalar, elindeki işi bitirmeden bir başkasının işine başlar, onun da işini yarım bırakır, bir başkasının işine giderlerdi. Bunlar, sözlerinde durmazlar, dedikleri zamanda ve günde işine gelmezler, arandığında cevap vermezler, cevap verdiklerinde ise, çeşitli mazeretler ileri sürerlerdi. Ama söyledikleri mazeretlerden bir çoğunun zamanla doğru olmadığı da ortaya çıkardı. İş ahlakına sahip oldukları halde iş kalitesine sahip olmayanların durumu ise daha da farklıydı. Kimi iş yerine gelirken metresini, kimi su terazisini, kimi de pensesini unutmuş olurdu. Kimi yapacağı işin, nasıl yapılacağını bilmez bana, “Nasıl istersen öyle yapayım” derlerdi. Ben de onlara, “Bana yapacağın işin alternatiflerini söyle, ona göre bir tercih yapayım” dediğimde, bunlardan bir çoğunun yapacağı işle ilgili yeterli bilgiye ve donanıma sahip olmadıklarını, yaptıkları işlerin de kalitesiz olduğunu görürdüm. Bazen bir duvarcı ustası, 2.80 boyundaki bir duvarda 5-6 cm.lik bir eğriliğin olmasını önemsemez, tabii görür; bir fayans ustası ise, suyun akma meylini hesaba katmaz, rast gele fayansları döşediği olurdu.
Hem iş ahlakına hem de iş kalitesine sahip olduğunu gördüğüm ustalar ise hem sözünün eri, hem de işinin ehli kimselerdi. Bir gün onlardan birine, “ sen sanatkar mısın?” diye sormuştum. O da bana “hayır, değilim, ustayım” demişti. O zaman ona, “sanatkar kim, usta kim?” diye sormuş O da bana cevaben, “işçi, eliyle iş yapana; usta hem eliyle hem aklıyla iş yapana; sanatkar ise hem eliyle, hem aklıyla ve hem de vicdanıyla iş yapana denir” demişti. Onun bu tanımını hiç unutmadım ve her fırsatta nakletmeyi de ihmal etmedim. O günden sonra ne zaman bir ustaya ihtiyacım olsa, hemen o söz aklıma gelir, “Acaba bu gelen ustamı, yoksa işçi mi? ”diye düşünür, usta olmasını temenni ederdim.
Burada anlattığım duruma benzer örnekler, hemen hemen bütün iş kollarında ve her meslekte görülüyor. Bazı istisnalar hariç, kimse yaptığı işin doğru olup olmadığına ve doğru işi, doğru biçimde yapıp yapmadığına bakmıyor, yapmış gibi olmayı tercih ediyorlardı. Oysa bu ustalar, Müslüman kimselerdi ve çoğu da ibadetlerini ihmal etmezdi. Hatta içlerinde namaz kıldığı için kendini çok dindar sayanlar bile vardı. Ama yaptıkları işe özen ve titizlik göstermezlerdi. Oysa Kur’an’ın böyle bir anlayışı onaylanması mümkün değildi. Zira Kur’an, Müslümandan, yaşadıkları süre içinde yaptıkları bütün işlerin doğru ve güzel olmasını talep etmekte, hayatın ve ölümün amacını da buna bağlamaktaydı (Mülk: 67/2). Ayrıca Kur’an, “İnsanların hangisinin daha iyi ve güzel amel işlediğini ortaya koyalım diye, yeryüzünde olan şeyleri, yeryüzünün süsü yaptık.” (Kehf: 18/7) buyurarak, imanla birlikte salih amelin/ doğru iş yapmanın, hakkı ve sabrı tavsiye etmenin (Asr,103/3) kurtuluşa vesile olduğunu da açıklamaktaydı.
“Amel” yapmak, işlemek, çalışmak, iş görmek[1]; “salih” ise doğru, dürüst, iyi, barış, sağlam, kusursuz, mükemmel anlamlarına gelmektedir.[2] Buna göre salih amel, doğru iş, sağlam iş, iyi iş, kusursuz iş demektir. Ayetlerde amel sözcüğünün, iyi iş (Tevbe,9/102), ıslah etme (A’raf 7/56), sulh yapma (Nisa,4/128), işleri düzeltme (Ahzab,33/71) ve doğru iş( Hud,11/46)[3] gibi anlamlarda kullanıldığı görülmektedir.[4] “Ahsen” kavramı ise işlerin en güzel biçimde yapılmasını ifade etmektedir. Bir başka ifade ile sâlih ameller, dinin yapılmasını emir veya tavsiye ettiği, iyi, doğru, faydalı ve sevap kazanmaya vesile olan işler olarak; gayr-i sâlih ameller ise, yapılması yasaklanan veya hoş karşılanmayan kötü, yanlış, zararlı ve günaha yol açan ameller olarak tanımlanmaktadır.
Kur’an’ın genel muhtevasından anlıyoruz ki, amal-i salih, iman, ibadet ve ahlak ilkeleri başta olmak üzere tabiatı tanıma ve keşfetme sorumluluğunu da kapsayan her türlü doğru, iyi ve güzel eylemlerdir. Bu nedenledir ki Ahmet Hamdi Akseki, salih amali,“Akl-ı selimin insan fıtratı ve tabiatının reddetmediği bir takım hayırlı amellerdir ki, insanın kendi nefsine, ailesine, milletine ve bütün insanlara, hülasa hangi sınıftan olursa olsun, her insanın menfaatine olan şeylerle bağdaşan iyi, güzel işler ve davranışlardır”[5] şeklinde tanımlar.
Hz. Peygamber de ihsanı, “Allah’ı görür gibi ibadet etmendir; çünkü sen O’nu görmesen de O seni görmektedir” şeklindeki açıklamakta (Buhârî, “Tefsîr”, 31/2) ve “Allah güzeldir, güzelliği sever” (Müslim, iman, 147) buyurmaktadır. Oğlu İbrahim’in mezarı kazılırken mezarda gördüğü bir eğriliği, “gözüme çirkin görünüyor” diyerek mezar kazıcıdan o eğriliğin düzeltilmesini isteyecek kadar da işin güzel yapılmasına özen göstermektedir.
Kur’an’ın salih amel ile ilgili söyledikleri açık ve nettir: “İman edip salih amel işleyenlere ne mutlu! Onların sonunda varacakları yer ne güzel!” (Ra‘d 13/29). Allah, peygamberini iman edip sâlih amel işleyenleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için göndermiştir(Talâk 65/11). Allah Tealâ, insanları diledikleri şekilde amel etmekte serbest bırakmış (Fussilet 41/40), fakat kötü amel işleyenlerin kendisinden kaçıp kurtulamayacaklarını ve böyle sananların büyük bir yanılgı içinde olduklarını da ifade etmiştir (Ankebût 29/4). Çünkü Allah’ın ilmi, insanların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır (Âl-i İmrân 3/120). Bu sebeple Allah Tealâ, “Kim sâlih bir amel işlerse kendi iyiliğine, kim de kötülük işlerse kendi aleyhine işlemiş olur” (Câsiye 45/15) kuralını getirmiştir. Ahirette herkes dünyada iken işlediği hayırlı ameli de, kötü ameli de, karşısında bulacak ve kötü amelleriyle yüz yüze gelenler bunların kendilerinden uzaklaşmasını boş yere arzulayacaklardır (Âl-i İmrân 3/30). Yine günahkârlar, Allah’ın huzurunda başlarını öne eğecek ve “Rabbimiz, gördük ve işittik! Şimdi bizi -dünyaya- geri gönder de sâlih ameller işleyelim, çünkü artık kesin olarak inandık” (-Secde 32/12) diyecekler, ama bu dilekleri asla karşılık bulmayacaktır.
Netice olarak, ibadet dindarlığı, özü itibariyle ferdîdir. Ferdin din anlayışına göre bireyciliğe ya da toplumsallığa evirilme potansiyeline sahiptir.
Ahlak dindarlığı, hem bireysel hem de toplumsal bir niteliğe sahiptir. Zira ahlakî tavır, ancak toplum içinde tezahür etmekte ve nesnesi olduğunda bir anlam ifade etmektedir. Robinson Crusoe gibi tek başına tenhada yaşayan bir kişinin ahlakî tavrını test etmenin imkanı yoktur. Nitekim dağda çobanlık yaparak velî olan kişi ile, şehirde yaşayarak velî olan kişinin hikayesinde bunu görmekteyiz.
Amel-i salih dindarlığı ise hem bireysel, hem toplumsal, hem de çevresel bir niteliğe sahiptir. Bu nedenle hem ibadet dindarlığını, hem ahlak dindarlığını hem de çevre dindarlığını kapsar. Daha geniş anlamıyla amel-i salih, mükellefin yapmakla yükümlü olduğu beş şeyi yapmak, yapmamakla sorumlu olduğu üç şeyi ise yapmamaktır. Bunlardan yapılması gerekenler, farz, vacip, sünnet, müstehap ve mübah; yapılmaması gerekenler ise haram, mekruh ve fasit olan şeylerdir. Kur’an’ın imandan sonra sık sık amel-i salih üzerinde durması ve bunu kurtuluşun bir vesilesi olarak göstermesi bu yüzdendir. Hz. Peygamber’in “İnsan ölünce (salih) ameli kesilir. Ancak üç amel (in sevabı) kesilmez: Sadaka-i câriye, faydalanılan bir ilim ve arkasında kendisine dua edecek hayırlı bir evlat bırakmak”( Müslim, Vasiyet, 14) sözü bu gerçeği ifade etmektedir.
Prof. Dr. Celal KIRCA
[1] John Penrice, Kur’an Sözlüğü,Çeviren,Ömer Aydın,İstambul,2010,s.212..
[2] .John Penrice, Kur’an Sözlüğü, s..180.
[3].Ayette olumsuz anlamda“ Amelun garu salih/ kötü bir iş” şeklinde geçmektedir, bunun olumlu hali olan “Amelun salihun” ise doğru bir iş demektir.
[4] Ragıb el-İsfehani,Müfredat,Beyrut,1992,s.489-490.
[5] Ahmed Hamdi Akseki, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, (sad. Ali Aslan Aydın), Ankara, trs., s.18.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi