Ahlak, hukuk, din ve bilgi’nin, başka bir sistemin emrine verilmesi, hiçbir zaman hakikatın ve huzurun elde edilmesine imkan vermemiştir.
İlahi kaynaklı ilk bilgi ve düzen:
İnsan toplulukları, tarihlerinin ilk dönemlerinde kendilerine gelen ilahi mesaj ile, ahlaki ve medeni bir hayata ulaştılar. Bilgi ve yaşama pratiklerini, ilahi bilgi kaynaklarıyla geliştirerek “kainatın kanunları ile uyumlu” bir hayatı uzun süre gerçekleştirdiler. İlahi sistem, insanları; temel konularda kendi kurallarına uymalarını, ayrıntılarda ise, “ahlaki-akıl”ları ile hareket etmelerini istemişti.
Ama insanların, dünyadaki zenginlikleri ve makamları elde etme arzusu, şahsi zaaf ve bencillikleri kapıldılar ve bu düzeni bozup, kendi akıllarıyla “seküler bir sistem” kurdular. Ama bu düzenler, kişi veya zümre diktatörlüklerine, zulümlere, baskı ve sömürü ile ahlaki sapkınlıklara yol açtı. Aslından uzaklaştırılmış ve böylece hayattan kovulan din yerine gelen düzenler döneminde insanlık; sistem olarak, tarihin en kötü örneklerini ortaya koydu.
İnsanlığın her sapkınlığı veya kendi egosunun istikametine gitmesinin sonunda, Allah; yarattığı insanlara bir davetçi ve yeniden kendilerini hak yoluna davet eden ve ilahi bilgiyi yeniden hayata geçirmelerini isteyen bir peygamberler gönderdi. Bu gerçeği, tarihi ve sosyolojik birçok tarihi ve sosyolojik kaynak anlatmakta ve örnekleriyle insanın kendini yalnızlaştırıp, kötülüklere yönlendirmesine işaret etmektedir.
Zaman içinde gerçekleşen bu tarihi dönüşüm, insanlık tarihinin gelişim macerasını anlatmanın yanında, “tarihin tekerrür” ettiğini de bize gösteriyor. Yani, insan Allah’ın emirleri ile kendi istek ve ihtirasları arasında sürekli bir mücadele içinde oluyor. Zaten, Kur’anda geçen “imtihan” kelimesi ile, insanın böyle bir denenme döneminden geçeceğini hayat örnekleri ile biliyoruz.
Aslında dünya hayatı da, kendi içinde “imtihanlar topluluğu” olarak gerçekleş miyor mu?
Gayretler ve çalışmalar, hep belli bir hedefi elde etmek için yapılıyor: Meslek edinmek, Evlenmek, Çocuk sahibi olmak, Geçimi sağlamak.. Bunları elde etmek için sayısız, zorluk ve sıkıntılarla karşılaşıyoruz.
Ama iş burada kalmıyor: İnsan, daha fazla para kazanmak, daha meşhur olmak, daha fazla güç elde etmek, cinsi arzuların peşinde koşmak, her şeyin en mükemmelini elde etmek vb.. bir sürü “ekstra beklenti ve istekler”i karşılamak arzusuyla şuursuzca hareketlere kalkıyor.
Modern-seküler düzene geçiş:
İlahi bilgi ve rehberliğin dışındaki yaşama düzenine geçiş ile birlikte, bu “sun’i istekler” çoğaldı. Çünkü, ilahi hükümler; insanın daha sade ve aşırı olmayan istekler ile yaşamasını ve sadece kendisini değil, başkalarını da düşünmesini ve hatta onlara yardım etmesini istiyordu. Ama, modern (!) düzen, insanın sadece kendisi için yaşamasını, kendi istek ve ihtiraslarını engelleyen herşeyi ve herkesi, gerektiğinde ortadan kaldırmasına cevaz veriyordu. Bunun için de, idari, iktisadi ve kültürel sistemlerin, “hakikat”ı gerçekleştirme yerine, “insanın isteklerine tabi” olması gerektiğini düşünüyordu. Siyaset, bu noktada; bir araç haline getirilmişti. Yunan, Roma ve Avrupa medeniyeti, “Makyavelist” politika anlayışını, insanı yüceleştiren bir temele oturtarak, onu “herşeyin belirleyicisi” olarak İlahi gücün karşına, ona alternatif bir “sistem kurucusu” olarak koyuyordu.
Siyaset; o günden itibaren kendini “halk adına hareket” eden bir güç olarak empoze ederken, halkın elindeki bütün yetki ve yaptırımları almış, onun karşılığında “oy pusulası”nı vererek, hayata ve olaylara müdahalesini ancak “4-5 yılda yapabilecek” bir seviyeye indirmişti. Bunun adı da, “demokrasi” olmuştu. Toplumun yeni kutsal’ı, artık “Demokrasi” olmuş ve bütün faziletlerin gerçekleşmesi demokrasi’ye bağlanmıştı. Peki, bu demokrasi kimler tarafından gerçekleştirilecekti? Onun da formülü vardı: Halk tarafından seçilen Siyasi Partiler, herşeyin en doğrusunu ve iyisini yapacaklardı!.. Peki, bunun teminatı neydi? O da, serbest seçim di!..
Ama nedense, propoganda, reklam ve çeşitli güçlerin devreye girdiği seçimler, ne kadar “serbest” (!) yapılıyordu, o konuda soru işaretleri vardı.
Demokrasi’nin çaresizliği:
Birkaç yüz yıllık dönem, dünya’da demokrasinin, lider veya siyasi düşüncenin güdümüne girdiğini bize gösterdi. Demokrasiler, sözde hürriyet ve adalet’i gerçekleştirmeyi vadettiler ama, birçok terör, tröst, mafya, sömürücü güçlerin; istismar, katliam, karaborsa ve yoksulluk getiren eylemlerini önleyemediler. Çünkü, demokrasi’yi gerçekleştirecek “ideal insan tipi” ni yetiştirebilecek değer ve ahlak’ı elde edebilecekleri bir kaynakları yoktu. O ideal insan, sadece gerçek ve bozulmamış bir din’in mensubu olabilirdi.
Siyaset; ne ideal, ne ahlak ve ne de kültür olarak, dünya toplumlarının huzur ve mutluluğunu sağlayamadı. Çünkü varlığı, sadece idari ve uygulamayı gerçekleştirmeye yönelikti. Onlarca insan hakları, yardım ve güvenlik kuruluşları, birkaç büyük devlete hizmet etmenin dışında bir fonksiyon görmedi. Parlamentolar, dünya ölçeğindeki insan hakkı ihlalleri şöyle dursun, din ve milliyetçilik adına Müslüman topluluklara yapılan katliamlara ses bile çıkarmadılar. Yurtlarında, yaşama hakkı elinden alınan milyonların ızdırabı hakkında sadece konuştular, ama hiçbir tedbir almadılar.
Çünkü siyaset, artık insanları “kandırma sanatı” olarak seçkinci ve süslü bir ideoloji olarak görev yapıyordu. Onun etnikliği, belli kişi ve grupların hakimiyetini sürdürmek ve dini, ahlaki, hukuki her türlü değeri, siyasi görüşlerin emrine verme noktasında gerçekleşiyordu.
Ahlak, hukuk, din ve bilginin, başka bir sistemin emrine verilmesi, hiçbir zaman hakikatın ve huzurun gerçekleşmesine imkan vermemiştir. Hayatı belirleyen bu müesseseler, sun’i ve insan iradesiyle gerçekleştirilen kurumların güdümüne girerse, artık bu değer ve kurumlar “araç” haline gelir ve kendilerinden beklenen görevi yerine getiremezler. Şimdi, bu değer ve kurumları, ayağa kaldırma zamanıdır.
Prof. Dr. Sami ŞENER