Son padişah Vahdettin’e vatan haini dedik, cennet mekân ll. Abdülhamit Hana kızıl sultan. Çevirdiğimiz dizi filimler ile koskoca Kanuni Sultan Süleyman’ı, kafamızda kurguladığımız harem fantezilerine teslim ettik. Olmadı, bir çağı açıp bir çağı kapatan Fatih Sultan Mehmet hanının başarısını gölgelemek istercesine, “Zulüm 1453’de başladı” diyerek havanda su dövdük. Yetmedi, seksen yıllık icraatı sekiz yıla sığdıran Yavuz Sultan Selim’in adı, İstanbul boğazına yapılan üçüncü köprüye verilince, anlamsızca kıyameti kopardık. Mimar Sinan’ın yaptığı ve yüzyıllarca ayakta kalmayı başaran muhteşem eserlere kafa yormak yerine, merhumun mezarından kafatasını çıkartarak; “Mimar Sinan Rum mu, Türk mü?” gibi saçma sapan bir araştırmanın peşine düştük. Hem de Rum veya Türk olmasının hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini bile bile…
Referansı Kuran ve sünnet olan ecdadımıza sahip çıkmak yerine, vurun abalıya misali bağırdık durduk. İşin ilginç yanı ise, geçmişimizi kötülerken, geleceğimize ait umutlarımızı da yok ettiğimizin hala farkına varamadık. Hem de Osmanlı tarihi bizleri, yeni ufuklara itecek ve götürecek bir tarih iken yaptık bütün bunları.
Hint okyonusundan Atlas okyonusuna, Viyana’dan Hazar denizine kadar 22 Milyon km2 gibi büyük bir toprak parçasında yetmiş iki milleti “insanlık bahçesinde” toplayıp din ve vicdan hürriyeti dahil barış içinde yaşatmayı başaran atalarımızı anlamak ve bu başarının iksirini öğrenmek varken, kolaycılığa(!) hatta akıl dışı bir yola başvurarak ecdadımızı kötüledik durduk.
Sonuçta; geldiğimiz yüzyılda bir de baktık ki, geçmişine ve özüne düşman, körü körüne batıyı taklit eden, özgüven duygusundan yoksun ve tarihini sevmeyen bir nesil yeriştirdiğimizi görüverdik. Olmadı tabii. Sahte kahramanların yalan bilgileriyle oluşturulan tarih bilinci, manevi manada geri tepecekti ve tepti.
Kendi tarihine spastik bir anlayışla bakan, Milli ve manevi duygulardan yoksun bir neslin, bizi muasır medeniyetler seviyesine çıkaramayacağını akıl edemedik. Bizim tarih bilincimiz, diğer toplumlardan farklı olmak zorundaydı. Buram buram maneviyat kokan bir tarihe sahip olmak, bizim için üstünlük değil ama ayrıcalık olmalıydı. Bu ayrıcalığı anlamak ve yaşayabilmek, her Müslüman Türk evladının da hakkıydı.
Değerli okuyucularım!
Bizim tarih anlayışımız, Max Weber’in “meslek olarak tarihçilik” tarifiyle uzaktan yakından alakalı değildir. Bizim tarih anlayışımız, Peygamberimiz(sav)in, “komşusu açken tok yatan bizden değildir” felsefesinin, Osmanlı’da “sadaka taşlarıyla” sembolleşmesi hayat bulmasıdır.
Gerek Selçuklu gerekse Osmanlı döneminde, İslam dininin insana bakış açısı, yönetimler de birinci derecede etkin rol oynamıştır. Bizler tarihimizi; yabancı yazarların Osmanlı haremi hakkında uydurdukları yalanlardan öğrenmek yerine, gerçeklerle yüz yüze gelmeyi başarabilseydik, bu gün gençliğimiz çok farklı bir yerde farklı düşüncelere sahip olurdu. Zira Kültür dejenerasyonuna uğrayan toplumumuz, batı kültürüne hayran erişmekle kalmamış, bizâtihi batılılar gibi yaşamaya başlamıştır. İnsanımızın yaşadığı bu hayat tarzı, insanımızı dini duygularından uzaklaştırmakla kalmamış, maddi manada doyumsuzluğa ve israfa da sürüklemiştir. Maalesef, son seksen yıldır da düşünce melekesi iğdiş edilmiş bir nesil yeriştirdiğimizden dolayı, maddi ve manevi problemlerimiz hiç bitmemiştir. Aslımıza dönmediğimiz takdirde de hiç bitmeyeceği kesindir!
Osmanlı devletini ve Padişahları eleştirenlere hep hayret etmişimdir. Padişahların yönetimi veya idaresi eleştirilirken, dünyada birçok ülkenin krallıkla yönetildiği neden gözden kaçırılır anlamak mümkün değildir.(Avrupa’da bazı ülkerde hala yarı monarşi sistemi mevcuttur.) Avrupa dahil birçok ülkede kast sisteminin yer aldığı, insanların Engizisyon mahkemelerinde katledildiği göz ardı edilir de, gerektiğinde padişahın bile yargılanabildiği ve ceza aldığı ecdadın yönetimi, niye eleştirilir acaba? Artıları veya eksileriyle sahip çıkmamız gereken muhteşem tarihimize, neden hasmane bir tutum takınırız da yerden yere vururuz?
Aslında bu soruların tek ve net bir cevabı var. Kendi tarihini ve kültürünü yoz ve yobaz olarak, batı kültürünü de ilericilik ve medeniyet olarak öğrenen nesillerin, ecdadını hor ve hakir görmesinden daha doğal bir şey olamaz. Oysa gerek Selçuklu gerekse Osmanlı, günahıyla sevabıyla bizim tarihimizdir. Kaldı ki eğer varsa ecdadımızın yapmış olduğu hatalar, başka kültür sahibi toplumların yapmış olduğu hatalardan daha fazla da değildir.
Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu düşünürsek, geleceğimize güvenle bakabilmek için, geçmişimizi iyi öğrenmemiz gerekmektedir. Yoksa bir eli yağda bir eli balda olan günümüz gençliğinin, Çanakkale’de, yarım tayınla gün geçiren yarı aç yarı tok bir şekilde şehit düşen 253.000 vatan evladını anlaması mümkün değildir.
M.Akif Ersoy’un “Kimi Hindu, kimi yamyam kimi bilmem ne bela” dediği düşmanlarımızın Çanakkale ve Kurtuluş savaşında son kozunu oynayarak bizi tarih sahnesinden silme hedeflerini, geçmişimizi kötüleyerek, anlatamayız yeni neslimize. Selçukludan öncesi, Selçuklu devleti ve Osmanlı da bizimdir, Türkiye Cumhuriyeti de bizimdir. Şunu da ifade etmekte fayda var ki, 29 Ekim 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinin Osmanlı devletinin bir devamı olduğunu, bu milletin tarihin hiçbir safhasında devletsiz kalmadığını, her daim anlatmaya devam edeceğiz inşallah.
Son söz:
Bizim tarih ve Osmanlı sevgimiz, şuursuz bir mazi hayranlığı veya kuru bir milliyetçilik değildir! Tarih sevgimiz; Asrı Saadet dönemine olan sevgi, saygı, muhabbet ve hayranlığımızdan, Osmanlı sevgimiz ise, Hz Peygamberimize, kalbi bağlılığı olan devlet adamlarımızdan kaynaklanmaktadır.
Gerisi laf-ı güzaf…
Saygı sevgi ve muhabbetlerimle…
Şaban DOĞAN