Miladî 569 yılında Mekke’de doğan Peygamberimiz (sav), İslâm’ı tebliğle birlikte Müslümanlar arası sosyal dayanışmanın önemine hep vurgu yapmıştır. Bu doğrultuda Hz. Peygamber (sav), zengin ve güçlü kişiler ile dezavantajlı ve yoksul gruplar arasındaki sosyal ilişkilerin nasıl olması gerektiği hususunda iki katlı geminin aynı yolcuları örneğinden hareketle bazı önemli ipuçları vermiştir:
“Allah’ın sınırlarını gözetenler ile bu sınırları çiğneyenler, bir gemiyi paylaşanlara benzer: Gemi konusunda kura çektiler. Kimisine geminin üstü, kimisine de altı düştü. Geminin alt bölümünde bulunanlar, sudan almak istedikleri zaman, yukarıdakilerin yanına uğruyorlardı. Alttakiler ‘Biz payımıza düşen ambarda bir delik açsak, kendimize de, onlara da zarar vermemiş oluruz’ dediler. Şayet bu üsttekiler alttakileri bu dilekleriyle baş başa bıraksalardı, hepsi yok olurdu. Fakat onların ellerini tutarlarsa, hem kendileri kurtulur, hem de onlar kurtulur.”
Buna göre üst kattaki varlıklı kişiler ve yöneticiler, alttaki yoksullarla yeterince ilgilenmedikleri veya onları tamamen ihmal ettikleri için, çaresiz kalan yoksullar kendilerince bir çözüm arayışına girme ihtiyacı duyarlar. Ancak adalet bilinci doğrultusunda toplumsal mutabakat sağlanmadan yapılacak her türlü tek taraflı teşebbüs, ister istemez her iki grubu da olumsuz yönde etkileyecektir. Bir başka ifadeyle yoksulların isyanı, toplumsal kaosun ve anarşinin ortaya çıkmasına sebebiyet verecektir.
Bu sosyal riske karşı Hz. Peygamber (sav), bir taraftan “Üstteki el (veren el), alttaki elden (alan el) daha hayırlıdır” demek suretiyle sivil sosyal dayanışmanın önemine vurgu yapmış, diğer taraftan da “Sadakanın en hayırlısı vereni fakirleştirmeyecek, alan kimseyi tekrar istemekten caydıracak miktarda olanıdır” diyerek, toplum hayatında her iki sosyal kesimin de memnun olacağı ve birlikte barış içinde yaşayacağı makul bir formül bulmuştur. Bu yaklaşım, toplumda sadaka kültürünün de oluşmasına yol açacak kadar önemli bir açılım olmuştur.
Sadaka kültürünün sürdürülebilirliği, manevî kardeşlik duygusunun pekiştirilmesi ile sağlanabilmiştir. Dolayısıyla ihtiyaç sahibi olanların ihtiyaçlarının güçlü ve zengin Müslümanlar tarafından giderilmesi, manevî kardeşliğin bir gereğidir. Çünkü Allah, “Müminler, yalnızca kardeştir” demek suretiyle Müslümanlar arasındaki manevî kardeşlik bağını âdeta kan bağı bulunan kardeşler seviyesine çıkartmıştır. Böylece kan kardeşliğinde olduğu gibi, şuurlu Müslümanlar da, aynı inancı paylaşan manevî kardeşlerine yardım etme noktasında kendilerini vicdanen sorumlu hissetmiştir.
İlk inen âyetler de bu doğrultuda, Müslümanların sosyal dayanışma içinde bulunmalarını emretmekteydi. İslâm’a giren ilk dönemin Müslümanları, kendi aralarında sosyal dayanışmada bulunarak, Mekke’de yaşadıkları baskı ve zorluklara karşı direnebilmişlerdir. Kur’ân’a göre, vicdan sahibi her zengin Müslüman, elinden geldiği kadar köleleri azat etmeli, zayıf ve esir Müslümanları esaretten kurtarmalı, açları ve özellikle yakın ve akrabalarından yoksul olan yetimleri doyurmalıdır. Bunun yanında evi barkı olmayıp sokakta yaşayan, çalışma gücüne sahip olmayan bakıma muhtaç yaşlı ve engelli miskinleri de koruma altına almalıdır (Beled: 11-17)
Bu bağlamda sosyal duyarlı gerçek müminler, kendi canları ne kadar çok çekerse çeksin, fedakârlık gösterip muhtaçlara, yetimlere ve esirlere yedirenlerdir. (İnsan: 8).
Bu sosyal mesajların muhatapları olan zengin ve güçlü Müslümanlar, Hz. Peygamberin (sav) direktifleri doğrultusunda Mekke müşrikleri tarafından zulme uğrayan köleleri satın almış ve onların kurtuluşlarına vesile olmuştur. Örneğin ticaretle uğraşan ve dolayısıyla maddî durumu gayet iyi olan Hz. Ebu Bekir, köle statüsünde olan fakat Müslüman oldukları için fazlasıyla eziyet gören Hz. Habbab bin Eret ve Hz. Bilal bin Rebah’ı satın almış ve onların hür olmalarını sağlamıştır.
Müslümanlar, bugün bir toplumda azınlıkta bile olsa, kendi devletleri de olmasa, bu manevî işaretlerle karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma içinde bulunmalıdır. Müslümanlar, kendi aralarında manevî kardeşlik bağlarını güçlendirmedikçe, ne bir ümmet olabilir, ne de düşmanlara karşı kendilerini koruyacak bir devlete sahip olabilir. İlk sahabiler, Mekke’de her türlü zorluğa rağmen birbirleriyle kenetlenebilmiş ve ilk etapta Mekke’de bir İslâmî sistem kuramamışlar ise de Hicret ile birlikte devletleşmeye giden yolda ilk adımlarını atabilmiştir. Nasıl mı? İnşallah bu konuya da gelecek yazımızda ele alırız.
Prof. Dr. Ali SEYYAR