Dini doğru anlamanın ve yaşamanın yolu, Kur’an’ı doğru anlamaktan geçiyor. Şayet Kur’an doğru anlaşılmamışsa, ilk düğme yanlış iliklendiğinde diğer düğmelerin de yanlış iliklenişi gibi, dinî anlayışlarda da yanlışlıklar başlıyor ve birbirini takip ediyor. Geçmişte yapılan bir anlama veya tanımlama hatası, zamanla yeni hataların oluşmasına zemin hazırlıyor. Dolayısıyla yaşanan dinî hayat, Kur’an’ın diriltici ruhundan da gittikçe uzaklaşıyor. Nitekim Kur’anî kavramların terimleştirilmesi sürecinde “resul” ve “nebi” sözcükleriyle ilgili tanımlamaların günümüzde bazı dinî anlayışlara olan olumsuz yansımaları, bunlardan biridir. Yapılan bu tanımlamalarda, “Allah’ın vahiy yoluyla kitap ve şeriat verdiği ve bunları insanlara tebliğ etmekle görevlendirdiği elçiye resul”; “Allah’ın, resullerine indirdiği kitap ve şeriata inanmaya insanları davet etmesi için vahiy verdiği, bunları tebliğ etmekle görevlendirdiği kişiye nebi” denilmiştir. Bu iki tanıma ilaveten ayrıca bazı kelam mezheplerince de farklı tanımların yapıldığı görülmektedir.[1]
Bu tanımlamalardan hareketle günümüzde bazı müteşeyyihlerin, kendilerini peygamber yerine konumlandırdıkları, bunu da resul-nebi kavramlarının terimsel tanımlarındaki ayırımına dayandırdıkları; bunun yanında kimilerinin de değişik sebeplerle peygamberlik misyonunu, sadece “tebliğ” ile sınırladıkları görülüyor. Bu da dinî anlayışımızda ve yaşayışımızda ciddî sorunlar oluşturuyor. Bu sorunların ise iki veçhesi bulunuyor. Birincisi, bu tanımların Kur’an’ın muhteva bütünlüğü dikkate alınmadan ideolojik bir bakış açısıyla yapılmış olması; ikincisi ise yapılan bu tanımların, -mutlak doğru olmadığı halde- mutlak doğruymuş gibi bir algı üzerinden dinî anlayışların inşa edilmeye çalışılmış olmasıdır.
Yapılan tanımlardan, resul ve nebinin sanki iki farklı kimlikmiş gibi bir görünüm arz etiği anlaşılıyor. Oysa Kur’an’da resul ve nebi kavramları, bu tanımlarda görüldüğü gibi iki ayrı kimliği değil, bir kimliğin iki veçhesini ifade ediyor. Nitekim Hz. İsmail, “Allah’ın vahiy yoluyla kitap ve şeriat verdiği ve bunları insanlara tebliğ etmekle görevlendirdiği elçi” anlamında resul olmadığı halde, Kur’an’da “resulen nebiyyen”[2] olarak tanıtılmakta, ayrıca bu tanıma göre resul sayılmayan Hz. Lut[3], Hz. Salih[4] ve Hz. İlyas[5] da resul olarak zikredilmektedir. Kaynaklarda Hz. İdris’e 30 sayfa verildiği nakledilmektedir. “Allah’ın, resullerine indirdiği kitap ve şeriata inanmaya insanları davet etmesi için vahiy verdiği, bunları tebliğ etmekle görevlendirdiği kişi” anlamındaki tanıma göre Hz. İdris, nebi olmadığı halde, Kur’an’da “nebi”[6] olarak tanıtılmaktadır. Bunlara ilaveten Hz. Musa ve Hz. Muhammed’in hem resul, hem de nebi oldukları açıklanmaktadır.[7]
Kur’an’ın genel muhtevasından, Allah Teala’nın insanlar arasından onlara mesajlarını ulaştıracak bazı özel kişileri seçtiğini[8], seçtiği bu kişileri, “ resul”, “nebi” ve “hadî” olarak isimlendirdiğini, farklı yerlerde ve farklı bağlamlarla bu isimleri ayrı ayrı, yada birlikte kullandığını görüyoruz. Kur’an’da her kavmin bir “hadî”[9] sinin olduğu hatırlatılıyor, daha çok “resul” ve “ nebi” isimleri kullanılıyor. Resul ve nebi kelimelerinin Farsça’daki karşılığı ise “peygamber” sözcüğüdür ve Türkçe’ye Farsça’dan geçmiş bir kelimedir, “haber getiren” demektir. Resullük, bir beşerin Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara bildirmek için, Allah tarafından gönderilişini; nebilik, Allah’tan alınan mesajların insanlara bildirilmesini; hâdîlik ise Allah’tan alınan mesajlar doğrultusunda insanlara kılavuzluk edilmesini ifade eder. Buna göre resul, nebi ve hâdî peygamberlerin görev kimliklerini tanımlar.
Peygamberlerin ana misyonu ise Allah tarafından kendilerine verilen bilgileri, tebliğ/ duyurma, tebyin/açıklama ve uygulama yani soyut bilgileri somut hale getirme ve insanlara örnek olmadır. Nitekim Kur’an’da Hz. Muhammedi’n peygamberlik görevi gereği Kur’an’ı tebliğ[10] ve tebyin etme[11]; uygulama[12] ve insanlara örnek olma[13] gibi bir misyona sahip olduğu açıkça beyan edilmektedir. Bu nedenledir ki Hz. Peygamberin tebliği, bize “ne yapmamız” gerektiğini bildirmesi; tebyini ise tebliğ ettiği mesajlardan bir kısmının “nasıl” yapılacağını açıklamasıdır. Bunların yanında getirdiği mesajları uygulama ve insanlara örnek olma gibi misyonu da bulunmaktadır. Dolayısıyla tebliğleri, tebyinleri, uygulamaları ve örnek oluşları ile peygamberler, bir anlamda kurucu role de sahiptirler. Kur’an’ın nerdeyse üçte birine tekabül eden kıssalarda peygamberlerin kılavuz ve örnek oluşlarına dair çarpıcı örekler görürüz. Mesela, Hz. Adem’in ve Hz. Davud’un halife; Hz. Musa’nın hukuk; Hz. İsa’nın sevgi ve Hz. Muhammed’in ise ahlak peygamberi oluşunu öğrenir ve böylece bu peygamberlere ait özel misyonlarının bulunduğunu anlarız. Yine bu kıssalardan Hz. Adem’den birkaç nesil sonra yaşamış olan Hz. Nuh’un, kendisine inanan insanları, eşyalarını ve hayvanlarını alabilecek büyüklükte bir gemi inşa ettiğini, onun bu gemiyi Allah’ın kendisine bildirdiği biçimde [14] yaptığını ve geminin yapımında tahta ve mıh kullandığını öğreniyoruz.[15]
Kıssalar bize Hz. Yusuf’un tarımla uğraştığını ve buğdayı saklamak için silolar yaptırdığını ve Hz. Davud’un, ateşsiz, dövmesiz demire mum gibi istediği biçimi verdiğini ve demiri kumaş gibi dokuduğunu anlatıyor. «Ona sizi savaşta korumak için zırh yapmayı öğrettik»[16] âyeti ile «Geniş zırhlar yap, dokumasını sağlam tut diye ona demiri yumuşak kıldık»[17] âyeti bunu bize anlatıyor. Zırh yapma sanatı, oldukça üstün bir kabiliyet isteyen bir sanattır. Önce demirden halkalar, tek tek yapılır. Sonra iç içe girdirilerek vücudu saracak şekilde örülür. Bu tür zırhlar, hem daha çok kullanışlıdır hem de daha çevik hareket etmeyi sağlar. Âyetten anlaşıldığına göre bu tür zırhlar, ilk defa Hz. Davud tarafından Allah’ın öğretmesiyle yapılmıştır. Allah, Hz. Davud’a böyle zırhlar yapmasını öğretmiş olmakla, insanlara demir sanayisinin oluşumu ve gelişimi konusunda da kılavuzluk etmiş olmaktadır.
Hz. Davud’dan önce mi, yoksa sonra mı yaşadığı kesinlikle bilinemeyen ancak demiri ve bakırı eriterek bu ikisini birleştiren ve bir dağ geçidinde engel olarak kullanan Zülkarneyn ile ilgili âyetler de, demir ve bakır sanayiinden söz eder[18]. Sanayi tarihinde demir ve bakırı eritmek ve sıvı haline getirmek önemli bir aşamadır. Gerek Hz. Davud’un zırh yapması, gerekse Zülkarneyn’in demir ve bakırı eritmesi ve bir ihtiyaç için kullanması, insanlığın sanayileşme evrelerini göstermesi açısından önemli ve değerli bilgilerdir.
Sanayileşme evrelerini gösteren bir başka bilgi de Hz. Süleyman’ın yaptırdığı sarayla ilgilidir. İlgili ayette « Melike’ye köşke gir dendi. Melike köşke girdi, salonu görünce onu derin bir su zannetti, eteğini çekti. Süleyman ona, doğrusu bu, camdan yapılmış şeffaf bir zemindir, dedi ”[19] şeklinde bir bilgi yer almaktadır. Camdan yapılmış şeffaf bir zemine sahip olan bu saray hakkında daha fazla bir bilgiye sahip değiliz. Ancak Hz. Süleyman’ın Belkıs gelmezden önce saray salonunun zeminine havuz yaptırdığı, bu havuzun içine deniz hayvanları koydurduğu, üstünü de beyaz kristalle kaplattığı ve Belkıs’ın tahtını bu salonun ortasına koydurduğu nakledilmektedir. Ayette ise Belkıs’ın saraya girince kristali fark edemediği için suya gireceğini sanarak eteğini çektiği anlatılmaktadır. Sanayileşeme tarihi açısından önemli olan, Hz. Süleyman devrinde böyle bir sarayın yapılmış ve bu sarayda şeffaf camın kullanılmış olmasıdır. Bu da o dönemde cam sanayisinin olduğunu ve camın nasıl yapıldığının bilindiğini göstermektedir.
Dolayısıyla Kur’an’da yer alan bu bilgilerin, İslam medeniyetinin temelindeki fikrî, ilmî, felsefî ve sanayi hareketlerinin yönlendiricisi ve teşvikçisi olduğunda şüphe yoktur. Nitekim tercüme vasıtasıyla elde ettikleri astronomi, tıp ve fizik gibi ilimleri, hiçbir komplekse kapılmadan Kur’an’daki ilim, fen ve sanayi ile ilgili ayetlerin daha iyi anlaşılması için kullanmış olmaları bunun da bir göstergesidir. Bu sayede Farabî, İbn Sina, İbn Rüşd, Birunî, Kindî gibi pek çok ilim adamlarının; ayrıca otomatik kapıları, kuyulardan suyu çeken aygıtları, demir, kalay ve kurşun gibi metallerin hassas belirlenmiş yoğunluklarını ölçen pnömatik aletleri, otomatik kontrol sistemlerini yapan Ebu’l İz el-Cezerî gibi mekanikçilerin yetişmesi mümkün olmuştur.
Kur’an bize Hz. İbrahim[20] ile Hz. Peygamberin yaşayışını, örnek alınması gereken bir hayat tarzı olarak takdim eder.[21] Onların hayat tarzını, önemli ve değerli kılan örnek olarak gösterilmesine sebep olan asıl özellik; kimliklerinin gerekli kıldığı kişilik özelliklerini, hayatlarının her alanında ölçülü ve dengeli bir biçimde yansıtmış olmalarıdır. Bu nedenledir ki Kuran’da, Hz. Muhammed’in Allah tarafından övülen yönü, kimliği değil, kişiliğidir. Merhameti, kaba ve katı olmayış başta olmak üzere büyük bir ahlak üzere oluşu O’nun övülen kişilik özellikleri arasında yer alır. Sahip olduğu bu kişilik özellikleri ile Yüce Yaratıcı O’nu “büyük ahlak sahibi”[22] olarak tanıtmış ve insanlara karşı kaba ve katı olmayışını, aksine, yumuşak ve hoşgörülü davranmasını özellikle övmüştür.[23]
Dinin daha doğru ve daha sağlıklı anlaşılabilmesi için Peygamberlerin, özellikle de Hz. Muhammed’in kimliklerine bağlı kişilik özelliklerinin çok iyi bilinmesi ve değerlendirilmesi, büyük önem arz eder. Nitekim başlangıçta insanlar, Hz. Muhammed yerine doğrudan yazılı bir metin ile karşılaşmış olsalardı, tebliğ, tebyin, telkin, öğüt verme ve örnek olma gibi olgular, 23 yıl süren bir çaba halinde yaşanmasaydı, acaba o dönemde ulaşılan noktaya gelinebilir miydi? Bundan dolayıdır ki, ne Kur’an’dan soyutlanmış bir peygamber; ne de peygamberden soyutlanmış bir Kur’an anlayışı doğrudur. İşte bunun için doğru bir Kur’an tasavvuruna ve yine doğru bir Peygamber tasavvuruna ve anlayışına ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç, günümüzdeki mevcut Peygamber anlayışları dikkate alındığında çok daha önem arz etmektedir. Kur’an’ın misyonu ile Peygamberlerin misyonu yeterince iyi anlaşılamadığı için, bu konuda zihin karışıklığı oluşmakta, bu da insanların Kur’an’ın asla onaylamayacağı uçlara doğru evirilmesine sebep olmaktadır. Bu evirilişe örnek olarak da şu düşünceyi nakletmek yeterli olacaktır:
“Kardeşimizin birisi soruyor; hocam bu sözleriniz hangi kitapta yazıyor? Biz burada kitaptan söz etmiyoruz ki, Allah peygamberlerine nasıl vahyederse, velisine de öyle ilham eder. Geçenlerde bir sohbetimde Hz. Ebubekir efendimizle Cebrail arasındaki konuşmayı anlatıyorum, bir kardeşimiz soruyor, hocam bu söyledikleriniz hangi kitapta yazıyor? Sen nerden okuyacaksın, hocam Levh-i Mahfuz’da okudu desem sen nasıl okuyacaksın, senin öyle bir kitabın var mı? Şeyhimiz Abdullah Dağıstanî hazretleri diyor ki: Ben peygamberin ashabına yaptığı bütün sohbetlerde bulundum. Şimdi birisi dese ‘Hocam sen 50 yaşındasın, peygamberimizin 1400 sene önceki sohbetlerinde nasıl bulundun? Allah dostlarını ezelde takdir ettiği için onların ruhaniyeti orada bulunmuştur, oradan duyup söylüyor.” [24]
Böyle bir anlayışı Kur’an’ın onaylaması mümkün mü? Kur’an’ın onaylamadığı dinî bir düşünce, doğru olabilir mi? Kur’an’ın asla onaylamadığı bu ve benzeri konuşmalar, dinî anlayışlarımızda ve dinî hayatımızda ciddî tahribatlar yapıyor. Bir iman ve bilgi objesi olan Kur’ an yerine, beşer sözlerinin bir iman objesi gibi algılanıyor olması ise, Kur’an’ın öngördüğü iman kriterini, peygamberlerin örnekliğini ve kılavuzluğunu temelinden sarsıyor. Bu tahribatlardan kurtulmanın yolu da Kur’an’ın Cahiliye dönemine ait olgulara ve anlayışlara bizzat uyguladığı “ipka, iptal ve ikmal”, bir baka ifade ile “tasdik, tekzip ve tashih” yöntemlerini, bir Müslüman olarak bizim de günümüzdeki dinî anlayışlara ve söylemlere uygulamamızdan geçiyor. Bu da rüyaları, ilhamları ve hayal ürünü düşünceleri değil, bir mihenk taşı olarak Kur’an’ı ölçüt almamızı zorunlu kılıyor. Nasıl ki bir kuyumcu, altının sahte olanı ile sahte olmayanını, mihenk taşı ile ayırt ediyorsa; bir Müslümanın da dinî anlayışların ve yaşayışların doğru olanı ile yanlış olanını tespit etmek için Kur’an’ı ölçüt alması; Hz. Peygamber’in uygulamalarını ve örnekliğini göz ardı etmemesi, dinî kuralları uygularken “Edille-i Şer’iyye” deki bilgi hiyerarşisine azamî özen göstermesi ve neticede bilmediği, araştırarak öğrenmediği bir şeyin ardına düşmemesi gerekiyor. Yüce Yaratıcı’ nın ifadesiyle “Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumludur”[25]
Prof. Dr. Celal KIRCA
[1] Yusuf Şevki Yavuz, Peygamber, TDVA, İstanbul,2007, 34/258.
[2].Meryem,19/54.
[3] Şuara,26/162.
[4] Şuara,26/143.
[5] Saffat,37/123.
[6] Meryem,19/56.
[7] Meryem,19/51. Bu konuda onlarca ayet mevcuttur. Bkz. M. Fuat Abdülbaki, el-Mu’cemu’l Müfehres li Elfazi’l Kur’an, Daru’l Fikr,1991. Resul: S.399 ve devamı; nebi: 859 ve devamı.
[8] Kehf,18/110;Bakara,2/247;A’raf,7/144;
[9] Ra’d,13/7.
[10] Ra’d,13/40.
[11] Nahl,16/44.
[12] Ra’d,13/36-37.
[13] Ahzab,33/21.
[14] Mü’minun, 23/27, Hud,11/37.
[15] Kamer,54/13.
[16] Enbiya,21/80.
[17] Sebe,34/10-11
[18] Kehf,18/96.
[19] Neml,27/44.
[20] Mümtahine,60/4.
[21] Ahzab,33/21.
[22] Kalem, 68/4.
[23] Âl-i İmrân, 3/159.
[24] Mehmet Ocaktan, Keramet’e Ayarlı Toplumlarda Demokrasi Macerası, , Karar Gazetesi,6.3.201
[25] İsra,17/34.