Başbakan yardımcılığı, TBMM başkanlığı yapmış olan ve dolayısıyla AK Parti içinde özel bir konuma sahip olan/olduğunu düşünen Bülent Arınç’ın farklı/aykırı gibi algılanan düşünceleri artık kendi partisinde bile (şimdilik) revaç görmüyor. Masumiyet karinesi gibi hukukun temel kuralları bağlamındaki şahsî görüşlerini somut olarak bazı “sakıncalı” isimler üzerinden vermesi, Cumhur İttifakını epey rahatsız etti.
Bülent Arınç, hem ittifakın milliyetçi ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, hem de kendini resmen “muhafazakâr demokrat” olarak tanıtan AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından çok sert üsluplarla eleştirildi. “Fitne ateşi”nin müsebbibi olmakla itham edilen Bülent Arınç’ın (eski) dava kardeşine karşı duygularındaki sarsıntının şiddeti, Cumhurbaşkanlığı yüksek istişare kurulu üyeliğinden istifa etmesine yol açmıştır. Cumhurbaşkanı, bu istifasını uygun bulmuştur. Peki, bu şartlar altında “dava birliği”nin sürdürebilirliği nasıl sağlanabilecek?
Son yıllarda “dava birliği” içinde olup da Reis ile artık aynı düşüncede olmayan en önemli isimler sessiz/sedasız AP Parti’den ayrıldıkları gibi bir kısmı da AK Parti’ye karşı parti bile kurdu. Zamanında AK Partili olup da Komisyon Başkanlığı (Mustafa Yeneroğlu), Bakanlık (Ali Babacan, Abdullah Gül), Başbakanlık (Ahmet Davutoğlu, Abdullah Gül) ve hatta Cumhurbaşkanlık (Abdullah Gül) koltuğunda oturmuş olan isimler, artık Reis ile birlikte değiller. Bu isimler, AK Parti treninden inenler veya indirilen isimlerdir…
Peki “dava birliği”nde bir kopukluk meydana geldiğine göre Bülent Arınç’ın da treni terk etmesi gerekmiyor mu?
Çok enteresandır millî görüş geleneğinden gelen bu önemli isimler, zamanında milli görüş lideri Prof. Dr. Necmeddin Erbakan’ın çizgisinden ayrılıp yenilikçi bir hareket olarak hep birlikte AK Parti’yi kurmuş ve vatan için kader birliği yapmış değil miydiler? Milli Görüş hareketine veya Erbakan’a sadık kalanlar, nasıl ki “Milli Görüş Gömleğini” çıkaran kardeşlerini davaya ihanet etmekle suçladılar ise bugün de Reise sadık olan/kalan Ak Partililer de treni terk edenlere davadan kopmakla itham etmektedir. Kim bilir belki de Bülent Arınç’ın AK Partiden ayrılmak istememesinin başlıca sebebi, davaya halen bağlı olduğunu göstermek olabilir.
Fakat Türki siyasî hayatında “dava” denilen şey nedir? Dava denilen şey, partinin belirlediği ilkelere sadakat mi göstermek, yoksa lidere bağlı mı kalmaktır? Türkiye’de demokrasinin vazgeçilmez denilen siyasî partilerin iç yapısı ne kadar katılımcı demokrasiye uygundur? Parti bağlamında dava denilen şeyde katılımcı demokrasinin yeri nedir? Türkiye çapında dava, devletin resmî ideolojisi olan “Atatürk Milliyetçiliğini” ilelebet korumak mıdır yoksa demokratik hukuk devletini geliştirmek midir?
Bülent Arınç, her nasıl oldu ise konjonktüre uygun olmayan fikirleriyle izaha muhtaç bir kavram olan “dava adamı” olma özelliğini resmen kaybettiği için, artık AK Parti içinde bile “persona non grata” (istenmeyen kişi) olarak ilan edilmiş durumdadır. Bu şartlar altında Bülent Arınç için AK Parti’de kalmak da zor, ayrılmak da. Ayrılması, muhtemeldir. Bu şartlar altında ona herhalde kimse “kal, ne olur gitme” demez. Bir başka soru ise Reisin, neden son dönemlerde en yakın dava kardeşlerini aynı çatı altında tutamamasıdır? Yani AK Parti içinde birliğin sağlanamamasının sebeplerini, öz eleştiride bulunan ve(ya) ayrılanlar da mı hep aramalıyız?
Siyaset sahnesinde güçlü tarafa destek vermek ve kaybedeni insafsızca eleştirmek, bilinen bir gerçektir. Ya makamını kaybeden ve ihanet ile suçlanan kişinin söylediklerinde bir gerçek payı varsa? Bakınız Sayın Cumhurbaşkanı, daha birkaç gün önce hukuk reformu vaadiyle AB’ye yönelik olarak çok olumlu mesajlar verdi. “Bizim yerimiz Avrupa” dedi. Peki, AB’nin en önde gelen liderleri buna karşılık özetle ne dedi? “AB’ye katılma talepleriniz sözle olmaz, ilkelerimize bilfiil olarak uymakla yani somut eylemlerle olur. Onun için haksız yere tutuklu olan siyasileri, aydınları ve iş insanları derhal serbest bırakınız…!”
Keşke içerden gelen yapıcı eleştiriler ve samimî uyarılar, stratejik olarak değerli bulunsa, geçmişin hatırına anlayışla karşılansa, ön istişare, müzakere ve diyalog çerçevesinde meseleler suhuletle halledilse, her şeye rağmen dışarıya karşı birlik havası estirilebilse…
Keşke dava denilen şeyin millî birliği ve vatan için doğru olanın arayışı olarak Hak adına söylenen sözlerle ilintili hâle getirilirse…
Keşke ne kadar aykırı gibi görünse de farklı düşünceler, “aynı denize dökülen farklı ırmaklar” gibi değerlendirilse…
Keşke, “dava” için sefere çıkarken, siyasette ve siyasetin dışında birden fazla meşru görüş ve vasıtanın varlığı kabul edilse…
Keşke tek bir lider yönetim biçimi yerine istişare temelli ehil kadro yönetim anlayışı hâkim olsa…
Keşke millî davamız, Allah’ın rızasını kazanmak, Hak nizamını tesis etmek, Hakkı üstün kılmak, adaleti sağlamak ve ulu önderimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (sav) benimsediği ve ümmetine tavsiye ettiği güzel ahlâk, hikmet, hakikat, sevgi, saygı ve kardeşlik yolundan gitmek olsa…
İşte o zaman siyaset sahnesinde ve toplumda kavga ve fitne yerine hoş görü, uzlaşma ve sosyal barış hâkim olurdu, vesselâm.
Prof. Dr. Ali Seyyar