60 yıldır casusluk romanları yazan, kendisi de MI5 ve MI6’da çalışmış, Soğuk Savaş yıllarının sesi, 11 Eylül sonrası Müslüman düşmanı Batı’yı, Salman Rüşdi’leri, sömürü ve çokuluslu şirket sultalarını eleştiren İngiliz edebiyatçı John le Carre hayatını kaybetti
Müstear adıyla bilinen John le Carre, günümüz Batısının en büyük eleştirmenlerinden biriyken bir yandan da kendini Avrupa uygarlığının ruhu olarak görüyordu. Romanları günümüz içi boşaltılmış sömürü sistemlerinde hiç bir değer kaygısı olmayan sahte, sentetik insanlarla alay eden, okuyucuyu yanına alarak en ciddi konuların dahi mizahi yönlerini sergileyen akıcı uzun diyaloglarla doluydu. Eskilerin tâbiriyle mirat-ı zaman, yani çağının aynasıydı. Bu nedenle 20. yüzyılın ikinci yarısı ve bu yüzyılın başını anlamak için bir kaynaktır.
Araştırmacı değildi. Mesela 1990larda yazdığı ve bir erken dönem Erdoğan parodisi de içeren romanı, Türk büyükşehir belediyelerinin Amerika’daki gibi emniyete de baktıkları yanlışını içeriyordu. Muhtemelen İngiliz muhibi bir Türk ailesiyle kahvaltı sohbetinde aldığı notlarını o roman için yeterli buldu. Erken dönem yazıları mesleğine dayandığından, iki düzine romanın gücü bilgi ve belge değil hep insan zaafları oldu.
Cornwell ya da le Carre, tatlı dilli amansız bir üst sınıf dolandırıcının oğlu olarak dünyaya gelmiş. Hapislere girip çıkan babası ona iyi bir hayat sağlayacak bir eğitim hazırlamış. Babasının ruh halini Panama Terzisi romanında ele aldı. İstihbarata katılarak, çocukken öğrendiği bu yalana dayalı yaşam biçiminin yasal halini benimsedi.
1950lerde İngiliz iç istihbaratı MI5’te muhbir olarak ve dış istihbaratı MI6’te Almanya bürosunda çalıştı. Üçüncü kısa romanı Soğuktan Gelen Casus bu alandaki edebiyatı kökten dönüştürdü denebilir. Yine eski bir casus olan Ian Fleming’in popüler James Bond’u ne kadar renkli ve keskin çizgiliyse, onun George Smiley’i gri ve flu idi. Biri 2. Dünya savaşı döneminin eminliği diğeri kimin haklı olduğu belirsiz Soğuk Savaşın kimvurduya giden karmaşıklığını yansıtıyordu.
Soğuk Savaş’tan sonra Batı yeni bir düşman ararken de sonra bunu Müslümanlıkta bulduğunda da karmaşa keşmekeşe dönüşmeye başladı. Yanlış Müslüman hedefler, bürokratik kariyerler için bombalanan beldeler, mevsimlik şirket bilançoları için katledilen fakir halk, kim iyi kim kötü belirsiz cepheler, iki gencin gelip tuttukları kiralık bir evden bir ülkeyi kaosa itebilmeleri, le Carre’nin Ahir Zaman’dan iğrenmesinin mizahi dışavurumlarıydı.
Bu kötü zamanların utanmaz aktörleri ona göre Şeytan Ayetleri yazarı Salman Rushdie tarzı fırsatçılar, Bosnalı Sırp soykırımcı manyaklar, ikiyüzlü profesyonel insan hakkı savunucuları, her cins ve ebattan Amerikanlar, ve elbette daima kariyerci bürokratlardı.
Son romanı Soğuk Savaş döneminin griliğinin bile çıldırmış günümüzün ruhsuz insanlarına ve robotlaşmış sistemine göre tercih edileceğini anlatan bir geriye dönüş hikayesiydi. İmkansızlıklara dayalı kitaptaki ömürlerini tamamlamış Soğuk Savaşçıların klişelerle konuşan insansılara karşı mücadelesi, hâlâ Avrupa medeniyetinden umutla bahsederken aslında bu bir hayaldir mesajını baştan veren, denize bırakılmış bir şişedeki ümitsiz mesajdı.
Son romanda Smiley’in bu yönde sözlerindeki ironiyi göremeyen Avrupa Birliği başkanı Donald Tusk, dönemin ruhuna uygun şekilde, muhtemelen halkla ilişkiler müdîresinin tavsiyesiyle, bağlamından koparılmış cümleyi kesip dün twitter’da AB lehine puan olarak paylaştı. Le Carre yaşasaydı gelecek romanda kuşkusuz bunun bir parodisi yer alırdı.
Yazarın diğer yazılarını aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz: